Söyleşi: Meltem Dağcı
Sema Öztürk ve Fulya Gümüşpala’nın derlediği Aynı Gökyüzü Altında kollektif öykü kitabı Parola Yayınları etiketiyle Haziran 2022’de yayımlandı. Yirmi bir yazar, ele aldığı kadın temalı öykülerde buluştu.
Kitaptaki öykünüzün hikâyesini/yazım sürecini bizimle paylaşır mısınız?
Nilüfer Benal: Pan’zehir, yazarını bir gece ansızın düşünden uyandıran, bir düş öyküsüdür. Belki de bu yüzden tılsımlarla örülüdür dili. Kendimi, öykünün tüm sahnelerinin bilgisiyle, bilgisayar karşısında bulduğumu ve düşünce akışıma klavyenin hızının yetişemediğini hatırlıyorum. Öykü, sevilmeyi unuttuğunu fark eden bir kadının, taşladığı sırça fanusun ufalanmış parçalarının topuklarını kanatmasına aldırmadan, başka yollara revan oluşunu anlatır. Farkındalığının müsebbibi İda’nın kralı Zeus, tetikleyicisi hınzır oğlu Pan’dır. Yeni yaşamında hiçbir şey düşlediği gibi olmamıştır üstelik. Bir takım vicdan yükleri kalbinde küfelenmiştir üstelik. ‘Olmayan’ın hesabını sormak istemektedir Zeus’a. Ve yine fark eder ki çoktan uzlaşmıştır ‘olan kadar olmayanla da.’ Son satırları şöyledir:“Dönüyorum huzurunuza Bay Zeus!” dedi meydan okuyan bir seslenişle. “Hiç kimsenin karısı değilim artık, sevdiği, seveni… Otuz sekiz bedene bile inemedim. Sesimi duydun, ama bildiğini okudun. Yine de borçluyum sana, belki de iksiri serpiştiren oğluna? Paratonere takıldı belki şimşeğin? Benim uçurtmam dolanmıştı zira. Kestim ipini… Kalamadım kıpırtısız duraklarda. Öngörüsüz geçmişim, façalı geleceğimle çıkıyorum şimdi karşına. Ege’nin en şifalı denizinden çaldığım, en güzel taşı koyacağım bir kenara. Sırdaş ol bir kez daha. Uzlaşalım bu defa. Sen büyücüsün, ben müellif. Böyle iyiyiz. Böyle iyiyim. Pan’zehrin var mı?”
Semrin Şahin: Sarmaşık öyküsü ergenliğin başındaki bir kızın yaşlı, yatalak bir kadınla kurduğu ilişkiyi anlatıyor. Yaşlı kadın bedenini kullanamayan, memeleri pörsümüş ve yaşama sevincini kaybetmiş. Öykünün ana karakteri olan genç kız ise memeleri yeni tomurcuklanan, hayat dolu biri. Bu iki kişi hayatlarında bambaşka bir yere uzanacak bir sarmaşıkla birbirlerine bağlanırlar. Genç kız kadının bedeninden çıkan sarmaşığın odayı kaplamasını izlerken aslında kendi bedenine yolculuk yapmaya başlar. Sarmaşık fikri bir anda geldi aklıma. Yazma süreci kolay gelişti. Bu öyküyü yatağa bağımlı bir kadının hayata tutunma çabasını anlatmak için kurgulamıştım aslında. Ama öykü beni ergenlikten yaşlılığa kadar uzanan süreçte kadın bedenine yakından bakmaya sürükledi ve bu süreçte kadının gücünü, yaşama sevincini, hayata tutunma noktalarını düşünmeye başladım. Her şey başkalaşıyordu belki, kadınlar sadece form değiştiriyorlardı ama hikâye hep aynıydı. Bunu görmeyi istedim. Hayata tutunma yolculuğu bir kadının en güzel yolculuklarından. Buradan yol almak öyküyü yazarken büyük bir keyif verdi bana. Roland Barthes Görüntünün Retoriği kitabında “ (…)O halde betimlemek aynı ya da tam olmamak değil, yapı değiştirmektir, gösterilenden başka bir şeyi göstermek demektir,” der. Sarmaşık öyküsü de böyle bir amaca yaslanıyor ve gerçeküstü düzlemde bambaşka bir imgeye dönüşüyor.
Ece Özbaş: Sümüklü Bamya hikâyemi bir akşam kalabalığında metronun orta kısmındaki körükte ayakta cep telefonumda yazdım. İşten dönüyordum, gün boyu bir yığın kelime üzerime çökmüştü, ama birdenbire hikâye gelip buldu beni ve yazmam için zorladı. Sırt çantamı metrobüsün demirine yaslayarak zamanın nasıl geçtiğini anlamadan durmaksızın yazdım. Duraklar geçtik, insanların seslerini duydum belli belirsiz, ama ben artık o dünyanın içinde değildim. Her seferinde hevesle baktığım Boğazı bile görmedim, bir kelimeden bir kelimeye atlayarak Söğütlüçeşme’ye vardığımda son kelimem yazılmıştı. Hikâye bir anda kalemimden çıksa da arkasında gizlenen süreç hayli uzun elbette. Otuz yıla varan editörlük mesleğim sebebiyle birçok kadının yaşam hikâyesini dinledim, okudum ve yazdım. Kadınların umutla başlayıp sevgiyle tutundukları evliliklerinin nasıl yavaş yavaş koptuğunu, onların gözyaşlarıyla dinlerken farklı dünyaların içine girdim. İnsan ruhunun karmaşasını her yönüyle gözlemledikten sonra yapboz parçalarının birleşimi zihnimde belirmeye başladı. İnsan doğasına en ayrıntılı bakabileceğimiz bu yüzyılda derinliğimizi hızlı görüntülerle yitiriyor olmamız ironik geldiğinden olsa gerek toplumsal gerçekçi eserler ister istemez kalemime dokunur oldu. “Büyülü gerçekçilik” türüne âşık olsam da yaşadığım dünyanın gerçek algılarına gözlerimi kapamak hoşuma gitmiyor. “Sümüklü Bamya” bilinçaltımızın karmaşasına dokunuyor aslında, bir insanın küçücük bir kokudan, görüntüden ve hatta bir yemekten bile nasıl etkilenebilip de içinde sakladıklarını bir anda döküşünü ve oluşan tuhaf kaosu anlatıyor.
Meltem Dağcı: Kiri Ağacı adlı öyküm kendini yazdırırken iki öyküyle birlikte geldiğini hikâyenin sonunda anlamış olacaktım. İkiye böldüğüm ve başka bir evrene taşınan diğer öykü kendi yolunu bulmuştu. Bana bu öyküyü yazdıran meselelerden biri çocukluk, çocuk ve ev-aile ilişkileri arasındaki çıkmaza giren sorunlar olmuştu. Ana metaforu ağaç ve yeşilin yanında ağır basan diğer bir unsur siyah-karanlık imgeleri yerleşmişti zihnime. Kiri ağacının yeşili kafamı kurcalarken siyahın koyuluğu da hikâyenin sonuna yerleşmek için ayrıca bastırmıştı. Bu yüzden öykünün rengine yeşil-siyah diyebilirim. Bugünden öykünün yazıldığı tarihteki Nalan’ın eviçi emeklerine bakılırsa her insanın budama mevsimlerinin farklı olduğu görülecektir. Kar henüz bastırmasa da.
Sema Öztürk: Puslu Hatıralar Sokağı öyküm kadınlarının ellerinden düşürmediği mekik oyası gibi aşama aşama ilerler. Evvela ipek ibrişim burulur. Sonra mekiğe sarılır. Sonra örme aşamasına geçilir. Zamana yayılarak düğüm düğüm işlenmeye başlar. Tamamlandığı zaman, bir “bütün” olarak ortaya çıkar. Puslu Hatıralar Sokağı ile tanışıklığımız ise çok eskilere dayanır. Hey gidi hey! El kadarcıktım. O benim çocukluğumu bilir, bense onun gençliğini. Arnavut taşlarının yosun tutmamış, evlerinin eskiyip çökmemiş, duvarlarının rutubetlenmemiş, ta yukarılardan, Madran Dağından, zeytin bahçelerine, incir bahçelerine akıp giden buz gibi sularının henüz kurumamıştı. İnsanların beli bükülmemiş güleç; aydınlık zamanlarını bilirim. Bir hikâye kahramanım olacağını hissediyordum. Oraya her gidişim, hikâyemin her satırına bir cümle hazırlıyordu. Sonra bir gün, sokağa bir girdim ve bir baktım ki hikâyenin giriş cümlesi sokağın başında beni hazır bekliyordu:
“Saffet Hanım ahşabı kararmış eski bir evde otururdu. Ne zaman evinin önünden geçsem onu ahşap evinin cumbasında, beyaz tülbentle çevrelediği başını görürdüm. Kulak memeleri taktığı altın küpelerden sarkıktı. Bir erkeğinki kadar kalındı sesi. Etli burnunun üzerinde, iri, siyah bir et beni vardı. Gözlerine sürme çekilmiş gibiydi. Alt dudağını sarkıttığı zaman şaşkın ve komik görünüyordu. Gözlüğünü burnuna düşürüp, gün boyu sokağa girip çıkanı takip ederdi. Mukaddes Hanımın evinin bir ev ötesinde otururdu.”
Sokaklar, her gün bir iz bırakılan yeryüzünün en sessiz tanıklarıdır. İnsanlar ise bir insan üzerinde ve gittikleri yerlerde kendilerinden bir iz bırakmayı ve döndüklerinde o yerlerde bıraktıkları izleri aramayı seven canlılardır. Bu öykü, Puslu Hatıralar Sokağı’nda o günden bugüne bıraktığım izleri arayışım ve buluşumdur belki kimbilir.
Zafer Doruk: Biz yetişkinler, çektiğimiz acıları anlatırken, duygularımızdan söz ederken, iç dünyamızı başkalarına açarken, evdeki çocukları pek görmeyiz ya da görmek istemeyiz, oysa acılardan en çok pay alan çocuklardır; biz kendimizle uğraşırken onların iç dünyalarını bilemeyiz. Ben de annesinin üzerine kuma gelmiş bir çocuğum evde yaşananları nasıl karşıladığını, nasıl davrandığını, olayların onun bilincine nasıl yansıdığınıı düşündüm. Anneyle babanın yürek yaraları onun duygularının gölgesinde kalsın istedim, çocuğu görünür kıldım. ‘Teyzem’ adlı öyküyü yazarken bu gibi şeyleri dert edindim.
Fulya Gümüşpala Teke: Kolektif öykü kitabımızı kaleme almaya karar verişimiz yaklaşık üç sene öncesine dayanıyor. Hep beraber, kadın temalı öyküler yazalım ve hemcinslerimiz için bir sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirelim istedik. Velhasıl kadınlar o zaman da feci şekilde teröre maruz kalıyordu. Bu noktada şiddete maruz kalan bir kadın hakkında bir öykü mü yoksa kadının başkarakter olduğu farklı temada bir öykü yazayım, diye çok düşündüm. Biz, yazarlar kâğıda aktardığımız cümlelerin kalbimizden gelmesini tercih ederiz çünkü böylesinin daha doğal ve okuyucuya geçer nitelikte olacağına inanırız. Bu sebeple Doğuştan Kahraman’ı yazarken yüreğimi, ruhumu ve dolayısıyla kalemimi özgür bıraktım. Sonuç olarak öykü kendiliğinden kâğıda aktı, diyebilirim. Hep şükrettiğim bir durumdur ki kadına şiddete her yönüyle karşı çıkan bir çevrede yaşıyorum. Lakin her iki cinsiyeti de etkileyen ve şahsımı ziyadesiyle sarsan davranışsal değişimlere tanık olmaktayım. Şöyle ki günümüz dünyasında eş ya da sevgili seçimlerinin maddesel ve fiziksel kazanımlara dayalı olması, toplumu kadına şiddet kadar aşağı çeken, yozlaştıran ve insanlıktan uzaklaştıran bir durum çünkü bana göre gerçek sevgi, özünde fedakârlığı, karşısındakini olduğu gibi kabul etmeyi ve menfaat çatışmasından ziyade birlikte iyi olmayı içermelidir. Aksi takdirde bu yaşananın adı, sevgi alışverişi değil sevgi ticareti olur. Benim öyküm, şartlar ne olursa olsun aşkına sahip çıkan, kendinden veren, yaptığı fedakârlıkları fedakârlık yapıyormuş düşüncesiyle değil de olağanüstü sevgisinin doğal bir tezahürü olarak yapan bir kadının hikâyesidir. Gençlik yıllarımda tanık olduğum gerçek bir olaydan esinlenerek kaleme aldım ve her satırında artık birçok insana ütopik gelen “koşulsuz sevebilme” olgusunun tekrar hayatımıza girmesini diledim. Sevgili okurlarımın teveccühünü kazanabilmek ümidiyle yürekten sevebilmeyi başaran tüm dostlara selam olsun, diyorum.
edebiyathaber.net (17 Haziran 2022)