Söyleşi: Sibel Gögen
“Ben Gülüzar. Gülizar, gül yanaklı demektir ama Gülüzar olunca bir anlamı olmuyor. Bu ülkede kadın olarak var olmaya çalışmak gibi belki de!”
Ülkemizde yaşayan çoğu genç kızın, kadının kendisinden bir iz bulacağı Gülüzar böyle tanıtıyor kendini. Hayatı ve yerleşik adetleri sorgulayan, özgürlüğüne doğru koşan genç bir kızın kendisine, daha doğrusu bizlere seslenişi Run Gülüzar Run… Koş Gülüzar Koş!
Gülüzar, dokuz yaşından beri tuttuğu, yıllar içinde yakılan, yırtılan, yok edilen günlüklerinden saklayabildiği kadarıyla iç dünyasını, muhafazakâr ailesini, mahallesini, yüreğindeki ilk kıpırtıları, heyecanları, sevinçleri, hayal kırıklıklarını, büyüme sancılarını paylaşıyor, her şeyin kolayca unutulduğu ülkemizin yakın tarihinde nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Bu ülkenin seksenli, doksanlı yıllarına dair tanıdık pek çok şey buluyoruz kendimizden: Çoğu kaçak getirilen çift kasetli teyplerde doldurulan karışık kasetler, MFÖ’nün Vak dı rak vak vak dı rak’ı, orta direk evlerde kutlanan mütevazı doğum günü partileri, ev yapımı bisküvili pasta, Livays 501 kot pantolon bulabilip de giyenlerin, evinde Neskafe bulunanların ayrıcalıklı sayıldığı Özal’lı, Çiller’li, Erbakan’lı yıllar, gazetelerde iki güne bir boy gösteren “Sakallı bebek doğdu!” haberleri, bulvar gazetelerinde tam sayfa yayımlanan çıplak kadın fotoğrafları, Ferdi Tayfur’lar, Müslüm Gürses’ler, şifreli kanallar, Süper Baba’nın anlayışlı babası Fiko… Kapı önüne kilim atıp oturan, bir işe girip çalışan kızların dedikodularının yapıldığı, kitap okuyanların komünist sayıldığı mahalleleri, çocukluğundan itibaren her genç kızın korkulu rüyası, oyun oynarken bile korumaları gereken “pıtı”larını, kulaktan kulağa duyulan “Şeyine sinek konmuş kızlığı bozulmuş” efsanelerini, Körfez Savaşı yıllarında camları kapıları naylonla kapladığımız günleri yeniden hatırlatıyor bizlere Ayşegül Kocabıçak. İlginç bir kurguyla, merak uyandıran, yer yer güldürüp yer yer içimizi sızlatan muzip, sade ve arınmış bir dille, Gülüzar’ın diliyle…
Ayşegül Kocabıçak ile Eylül 2017’de hep kitap etiketiyle yayımlanan “Run Gülüzar Run” adlı romanı üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.
Ülkemizde yaşayan kızların, kadınların çoğunun içinde bir “Gülüzar” karşılarında da “Babaanne” gibi toplumsal kurallar, örf, adet ve geleneklerden örülü yüksek duvarlar var. Gülüzar ile babaannesi karşıma bir anda böyle kanlı canlı, ete kemiğe bürünmüş olarak muzip bir anlatım diliyle dikiliverince hayli şaşırdım, heyecanlandım. Kim bu Gülüzar? Bize biraz Gülüzar’dan bahseder misiniz?
Gülüzar’ı yazarken, onun hakkında öyle çok düşündüm ki, “Kim bu Gülüzar?” dendiğinde hemen gözümün önüne ete kemiğe bürümüş haliyle beliriveriyor.
Bursa’da bir gecekondunun iki basamaklı kapı önüne oturmuş, eli çenesinde düşünüyor. Hep düşünüyor. Konuşunca onu anlayabilecek biri yok yakınında. Üzerinde annesinin ördüğü hırkası, altında teyzesinin diktiği eteği, bacaklarında da bir türlü bedenine uygununu bulamadığı bol gelen külotlu çoraplarıyla…
Düşündüklerini günlükleriyle paylaşıyor…
Özgür olmak istiyor, kuşlar kadar! Öğrenmek istiyor, çevresinde olup biten ne varsa. Okumak istiyor, okudukları yetmiyor ona! Her okuduğu kitapla aklında yeni sorular, kalbinde yeni duygular uyanıyor ve sevilmek istiyor. Sevdiği kadar sevilmek. Anladığı kadar anlaşılmak.
Ve yeni dünyalara koşmak istiyor. Yollar boyu, şehirler boyu, rüyalar boyu koşmak…
Doğrusu onu Gülüzar’ın anlatımından tanısak da “Babaanne” de en az Gülüzar kadar etkileyici bir roman kahramanı. Oldukça dindar. Tüm gelenek, görenekleri, tutuculuğu, katı toplumsal kuralları, aile içi dengeleri, “el âlem ne der?”leri, yasakları temsil eden, belirleyen, hayatımızdaki şu vazgeçsen bir türlü vazgeçmesen bir türlü olan değerleri temsil ediyor. Arada bir de bilge cümleleri, kendine has söylemleri, sözcükleri var; “gıbışmak”, “gâvur tohumu”… Nasıl çıktı babaanne ve babaannenin kendine özgü o dili? Geleneksel aile yapısındaki yeri nasıl etkiliyor etrafındakileri?
Babaanne olmasaydı Gülüzar’ın var olma sancıları bu denli sahici olamazdı. Babaanneyi Gülüzar’ın karşısına bir duvar olarak koymak istedim. Tüm olumsuzlukların, baskıların, toplumsal iki yüzlülüklerin, arkasına sığınılıp aslında asla tam olarak sahip çıkılmayan tüm kalıplaşmış sözde değer yargılarının vücut bulmuş hali babaanne.
Kullandığı dil, kişisel kelime seçimleri hep onun “ima eden, tehditkâr ve hesapçı” karakterinin bir ürünü.
Tek kelimeyle sayfalara sığmayacak kadar geniş kavramları anlatabiliyor, ima ediyor. Bu “ima etmek” bizim toplumumuzda çok vardır. Hiçbir duygumuzu akışına yaşayamadığımız için, sevgimizi de kızgınlığımızı da aşkımızı kıskançlığımızı da ima ederiz. Büyükler bu imaları yöresel sözler ve deyimlerle süslerler ki, hele bir de yerinde kullanılmışsa tadından yenmez…
“Gıbışmak” bu anlamda müthiş keyifli, sözlükte bir anlamı olmayan, tek başına kulağa anlamsız gelen ama kullanıldığı yerde ne demek istediği hemen anlaşılan bir kelime. Babaanne bunu en çok flört eden veya öpüşen sevgilileri gördüğünde kullanıyor,
“Gıbışıyo gene gâvur tohumları, ağızlarına sabun köpüğü kaçsın inşallah!” diyor. Bu cümle bana çok sıcak, doğal ve kısa yoldan çok şey anlatan bir cümle gibi geliyor.
Kitapta geçen bu tarz kelimeler ve onları babaannede toplamak… Sanırım yıllardır tutulan notlardan, kulak misafiri olmaya bayıldığım “teyze sohbetlerinin” kalıntıları ve hemşirelik yıllarımda iç içe olduğum farklı hasta profillerinden beynimde kalanlar… Kısaca biriktirmek… Biriktirmek… Biriktirmek…
Eğlenceli, muzip üslubunuz, bölümleri kısa tutmanız, her bölümüm başında can alıcı bir başlık kullanımınız ve günlük formatında bir roman kurgulamanız oldukça ilgi çekici. Her bölümü başlı başına bir öykü gibi de okunabilecek bir roman. Üstelik çocukluktan genç kızlığa geçen yaşlardaki Gülüzar’ın diliyle yazılmış. Siz aynı zamanda öykücüsünüz ve öykü kitaplarınız da var. Öyküden romana geçişiniz ve romanın oluşma, ortaya çıkma sürecinden bahseder misiniz biraz?
Dilerim okuyanlar da sizin kadar ilgi çekici bulurlar. Öyküden romana geçmek gibi bir niyetim yoktu aslında. Gülüzar öykü olarak başladı ama devam etti. Karakter öyle güçlü ve net çizgilerle oturdu ki dert ettiği konular peş peşe döküldü. Sevgili Mahir Ünsal Eriş’in desteği ve cesaretlendirmesiyle de romana evrildi. Dil, üslup, muziplik vs. Gülüzar kafamda oturduktan sonra kendiliğinden gelişti. Öykü yazarken de aynı duyguyu yaşıyorum aslında. Ne yazarsam yazayım yapmak istediğim hep aynı; önce sağlam bir karakter oluşturmak, sonra da kendimi o karakterin kollarına bırakmak. Tüm yaptığım bu. Karakterimin beni alıp uçurmasını izlemeyi seviyorum.
Run Gülüzar Run bir “dönem romanı” ve adeta hafızalarımızı tazeledi. Demek Gülüzar da okula teyp götürebilmek için kıvranıyormuş, demek o da bir pastanede arkadaşlarıyla oturabilmek için can atıyormuş. Keşke onun da bir Livays 501 kotu olsaydı şu uzun siyah hırkası yerine, biz de çok zor almıştık kot pantolonu zamanında diye iç geçirirken buluverdim kendimi. Belki de günlük yarattı o hissi. O dönemi en ince detaylarına kadar yazıp hayata geçirmek nasıl bir süreç oldu? Siz de günlük tutar mısınız ya da tuttunuz mu?
Çok çalıştım aslında. Öykü yazarken direkt bilgisayar kullanırım, yazılı olarak en fazla gün içinde minik notlar aldığım defterlerim olur (bir iki cümlelik) ama Gülüzar için üç tane üç ortalı 😊 okul defteri doldurdum. Bu benim için çok fazlaydı.
87-97 arasındaki dikkat çeken, gündem olmuş tüm konuları listeledikten sonra Gülüzar’ın yaşına ve ilgi alanlarına uyanları seçtim, diğer olayları diğer karakterlere yedirmeye çalıştım.
Çok karıştırdığım, başa döndüğüm oldu. Yoğun ama eğlenceli bir süreçti. Çalışırken ben de tıpkı sizin gibi hissettim. “Aaa bu da vardı, ha ha bu da olmuştu, dur şunu da ekleyeyim” derken buldum kendimi.
Günlük tabii ki tuttum. Düzenli olarak değil ama elime geçen şık defterlere önemli anları kaydetmeyi severim. Son beş yıldır tutmuyorum. Yazmaktan vakit kalmıyor çünkü.
1987’den 1997’ye kadar Gülüzar’ın çocukluktan çıkıp genç bir kadın oluşuna, hayatının on yıllık bir sürecine dahil olduk. Önsözünüzde “Sonrasını da hep birlikte göreceğiz. Koca bavul! Tek kitapla biter mi?” diyorsunuz. Benim aklım Gülüzar’da kaldı doğrusu. Ne yapacak bundan sonra? diye düşünmeden edemiyorum. Gülüzar’ın erişkin bir kadın olarak daha çekeceği çileler olacak mı? Devam kitapları gelecek mi?
Şimdi başka bir roman dosyası üzerinde çalışıyorum ama gelecek ne gösterir bilmiyorum. Gülüzar yazabilir miyim, keyifle yazarım ama bu biraz okuyucuyla etki-tepki sonucu gelişecek sanki
Roman Bursa’da, özellikle Fomara Meydanı’nda gerçek mekânlarda, liseli gençlerin takıldıkları kafelerde, hamburgercilerde, sinemalarda, geçiyor. Bursa’yı romanınıza mekân olarak seçmeniz nasıl oldu? Böylesine gerçekçi kılmak için neler yaptınız? Gidip o mekânlarda bir ön araştırma yaptınız mı, Bursa’da yaşadınız mı bir süre?
Yazacağı kurguyu yerinde inceleyecek imkânları ve zamanları olan yazarlar var değil mi? Ne şanslılar! Çok özeniyorum onlara.
Bursa’ya ömrümde bir kez gittim. Bursa’yla ilgili ihtiyaç duyabileceğim, Gülüzar’ın yaşayacağı ve yaşamak isteyeceği sosyal mekânları, yerleşim yerlerini seçip araştırma yaptım. Bu konuda yardım aldığım kitabımın başında teşekkürlerimi ilettiğim bir arkadaşım da vardı, beni hiç kırmadan tüm sorularımı yanıtladı, sağ olsun.
“Seksenlerden itibaren teknolojik olarak hızla gelişen ama bilişsel ve kültürel olarak geriye doğru ilerleyen, zenginleşirken yoksu(n)-(l)laşan güzel memleketimin önlenemez gidişine hüzünlendim.” diyorsunuz kitabınızın en başında, pek çoğumuzun hislerine tercüman olmuşsunuz. Bunu biraz konuşalım isterim. Hem dünyada hem yakın coğrafyamızda ve ülkemizde toz duman bir gündem var. Bunun edebiyata etkileri üzerine neler söylersiniz? Neler dürtüklüyor, neler kurt gibi kemiriyor içinizi yazmaya zorluyor?
Yalnızca ülkemizde değil ki tüm dünyada durum bu. Akıllı aletler çoğaldıkça aklımız gidiyor. Sanata, bilime, birbirimize ayıracağımız zamanı da, parayı da, emeği de beynimizi kum torbasına çeviren cihazlara ayırıyoruz. İlerlediğimizi zannederken geriliyoruz. Hiçbir şeyi aklımızda tutmuyoruz, not alıyoruz. En basit matematik işlemlerini bile aletlerle halledip beynimizi kullanmıyoruz. Okumuyoruz, düşünmüyoruz, araştırmıyoruz. Google’a soruyoruz. Sonra da gündemden, olan bitene seyirci kalmaktan bahsediyoruz. Kendimize bile seyirciyiz artık. İçimizdekini değil, verileni yaşıyoruz.
Zor zamanlar yaşamak ise edebiyatı ve tüm sanat dallarını besler diye düşünüyorum. Zor zaman da yazana bağlıdır aslında. Yazar çevresini algılama şekline göre kendini tetikler ya da durdurur. Dünya görüşü, ruh hali, olayları algılama tarzı yazdıkları üzerinde etkili olmayan bir yazar var mıdır?
Ankara’da yaşıyorsunuz. Burası hep gri, bunaltıcı bir memur şehri olmakla suçlanır malum. Oysa ben “edebiyat açısından” Ankara’ya baktığımda içten içe kıpır kıpır, biraz tedirgin ve çekingen ama sanki büyük bir patlama öncesi huzursuzluğu yaşayan henüz sönmemiş volkanik bir dağ, zengin bir edebiyat ortamı görüyorum. Peki, sizin edebiyatınıza etkileri neler oldu/oluyor yaşadığımız gri şehrin? Hayal gücünü daha çok zorlamayı mı öğretiyor bu şehir bizlere?
Ankara’ya bu gözle bakarsak, haklısınız. Tüm günü programlı bir memur şehri görüntüsünün yanında üniversiteleri, sinema salonları, tiyatroları (her ne kadar sayıları eskiye göre azalmış olsa da), festivalleri ve kültür merkezleri açısından diğer kentlere oranla oldukça zengin tabii ve besleyici. Hayal gücü ise yaşadığın yerden çok karakterinle ilgili diye düşünüyorum.
Okumak, görmek, izlemek istediklerime ulaşabilirlik anlamında oldukça doyurucu Ankara’da yaşamak ama her Angaralı gibi ben de şöyle denizli, yeşilli, sakin memleketlere özenmiyor değilim.
Kendimden biliyorum, çocuklu ve kadın yazar olmak epey zor iş. Ben en güzel yazılarımı genelde mutfakta yazıyorum, çünkü orada çok zamanım geçiyor; fasulyenin pişmesini beklerken, fırındaki börek yanmasın diye beklerken, pirinci ıslatmış beklerken yemek kokusu siniyor yazdıklarıma. Siz de iki çocuk annesi bir yazarımızsınız. Koltuklarımızın altında taşımaya çalıştığımız bunca karpuzla birlikte yazmak nasıl bir serüven?
Zor! Çok zor ama çok kıymetli. Onlarla yazmak, onlara rağmen yazabilmek kendime güvenimi de artırarak benim için bir sonraki yazıya başlamamda tetikleyici bile oluyor. Hayat biz kadınlara hep zorunlu derslerle geliyor. Annelik, ev işleri, iş işleri 😊 ama belli bir düzen tutturunca hepsi de yürüyor. Hepsi de aynı oranda iyi gitmeyebiliyor ama hayat da böyle değil mi zaten?
Yazarak hem eğleniyorum, hem dinleniyorum, hem de kendim için bir şey yapmanın huzurunu yaşıyorum. Ondan sebep “yazasım geldi” dediğim an bulunduğum alanda nefesimi tutup boş vakit kolluyorum.
Son olarak; neler okur, neler dinlersiniz, nelerden, kimlerden beslenir ve etkilenirsiniz? Edebiyat yolculuğunuzda bundan sonra neler olacak dersiniz?
Yüz yüze bu soru sorulduğu an asla bir tane bile sevdiğim yazar, şair, şarkıcı aklıma gelmiyor. Hatta not alıp cebimde mi saklasam diye düşündüğüm anlar oluyor.
Ve çok fazla isim var…
Carver, Saroyan, Etgar Keret, Füruzan, Barış Bıçakçı öykücülerden ilk aklıma gelenler. Sevgi Soysal candır benim için. Marguerite Duras’nın kısa yoğun ve sinematografik novellalarını çok severim.
Nurdan Gürbilek ve Ursula K. Le Guin kitapları kolay anlaşılabilir kuram kitapları olmakla hep tercihim.
Müzikse anıma göre değişir, yerli, yabancı, pop, rock, türkü her şeyi dinleyebilirim. Son zamanlarda ise amatör ama kaliteli müzik yapan gruplara takıldım. Çok sevdiklerim oldu.
Edebiyat yolculuğum konusunda söyleyecek sözüm yok. Okumaya ve yazmaya devam edeceğim. Edebiyat yol benim için. Yolda olmayı seviyorum, nereye götürürse artık, yaşayıp göreceğim.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (20 Eylül 2017)