Ayşegül Kopdagel: “Acıyla yoğrulan insanın karanlık dehlizlerinde dolaşan bir kitap bu.”

Kasım 20, 2024

Ayşegül Kopdagel: “Acıyla yoğrulan insanın karanlık dehlizlerinde dolaşan bir kitap bu.”

Söyleşi: Hatice Balcı

Ayşegül Kopdagel’in Burada Ejderhalar Var isimli ilk öykü kitabı Oğlak Yayınları’ndan çıktı. Akabinde geçtiğimiz günlerdeki İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda okurlarıyla da buluşan yazarın çalışması yirmi üç kısa öyküden oluşuyor. Kopdagel eserinde kadın-erkek ilişkilerini, aile içi ilişkileri, rüyaları açarak bireyin iç dünyasında olup bitenleri anlatıyor. Kitabın ilk öyküsü Yabancı’nın kişileri yaşamın inceliklerini, dinginliği, huzuru yakalayabilmişler; son öyküdekiler de öyle. Diğer öyküler ise sanki kâbus çeşitlemeleri. Ayrılık, ağıt, acı, sonsuzca keder, biteviyelik, karanlık, boşluk, sevgisizlik. O ya da bu sebeple benliğinde gedikler açılmış, hayata karışamamış dolayısıyla varlığı iyiden iyiye sönükleşmiş bireylerle dolup taşıyor bu öyküler.

Ayşegül Hanım’la Burada Ejderhalar Var’ı konuştuk.

-Merhabalar Ayşegül Hanım. Bize biraz kendinizden ve edebiyatla ilişkinizden bahseder misiniz?

Hatırlıyorum da beni okurken çok etkileyen ilk kitaplar ortaokul yıllarında gazetelerden kupon biriktirilerek evimize gire Nobel ödüllü kitaplardı. Bunların içinde Camus, Sartre gibi isimler vardı. Ben o zamanlar o kitapları sanıyorum anlamadan okuduysam da bir şekilde üzerimde tesiri kaldı. Yıllar sonra otuzlu, kırklı yaşlarda bu kitapları tekrar okuduğumda çok şaşırdım. Bir çocuğun bunları okumaması gerekirdi zira; ama bir yandan da “iyi ki okumuşum da bugünkü insana dönüşmüşüm” dediğimi hatırlıyorum.

Edebiyatla ilişkim okumayı yazmayı öğrenmemle başladı sanıyorum. Kendimi bildim bileli kafasının içinde hikâyelerle gezen biriyim. Sürekli kendimi hikâye anlatırken bulurum. Yürürken, çalışırken, uyumak üzereyken, uyandığımda; alelâde ya da çok önemli bir işle uğraşırken, o anki gerçekliği bozarım ve onu bir hikâyeye dönüştürürüm. Bunun bir âraz olduğunu düşünürken zamanla şunu öğrendim. İnsan kendi kendine hikâye anlatan, anlatarak var olan bir varlıkmış. Sevindim ve “A evet bunları kâğıda dökülmüş öykülere dönüştürerek belki kitap bile yapabilirim” diye düşündüm. Çünkü erken yaşlarda insan kendinde gördüğü çoğu şeyi diğerleriyle konuşmadıysa, yaşıtlarıyla konuşmadıysa bir problem olarak adlandırabiliyor. İyi haber; problem sandığımız şeylerin çoğu iyi bir şekilde işlenirse oldukça güzel şeylere dönüşebiliyor.

Edebiyatla ilişkim sanırım otuz yaşıma kadar sadece okurluk düzeyinde kaldı. Ama bununla birlikte sık sık biyografi ve röportaj okurken buluyordum kendimi. Bu türlere çok fazla ilgim vardı. Zamanla şunu anladım. Aslında ben yazarların nasıl yazar olduklarını merak ediyormuşum ve bunu kendime söylemiyormuşum. Otuzlu yaşlardan sonra yazmayı öğrenmek istediğim için -ki bunun imkânsız bir şey olduğunu sanıyordum- zamanla ve eğitim aldıkça yazmanın gayet mümkün olduğunu sadece çok iyi, çok sıkı bir çalışma gerektirdiğini, çok iyi okumalar yapmak gerektiğini anladım. Bu yolda sebat ettim. Yazabilir hale geldim. Yazabilir hale gelmek, anlamlı bir metin üretebilir hale gelmek gerçekten hayatı daha neşeli, keyifli, coşkulu kılıyor ve her sabah uyanmak için motivasyon veren bir uğraşa dönüşüyor diye düşünüyorum.

Kitabınızın ön kapağında Edebiyat/Hikâye belirlemesi yapılmış. Neden “öykü” değil de hikâye?

Bu durum daha çok Oğlak Yayınları’nın edebi eserleri kategorilendirme biçimiyle ilgili. Onlar bildiğim kadarıyla öyküden ziyade hikâye demeyi tercih ediyorlar.  Aynı kategoride değerlendiriyor olabilirler. Bu benim kitabıma özel bir nitelendirme değil.

Kitabınızın ana temaları sevgisizliği, yalnızlaşmayı, bırakılmışlığı, bastırılmışlığı, şefkat yoksunluğunu, şiddeti ve bunların insan yaşamında yol açtığı irili ufaklı trajedileri; bireyler arasındaki ilişkilerin, birinin öteki üzerinde tahakküm kurma çabasına dönüşmesini, tüm bunları, son dönemde ülkemizdeki öykücülüğün de belli başlı temaları/konuları arasında sayabiliriz. Fakat sizin hikâyelerinizde yani “Burada Ejderhalar Var”da, bireylerin ruhlarındaki sakatlanmalar çok derin ve onlar daha küçücük bir çocukken gerçekleşiyorlar. Üstelik geri dönüşü olmayacak bir sakatlanma bu. Bu sakatlanma süreçlerine adım adım dikkatimizi çekerken yarattığınız gerilim sarsıcı gerçekten de. Eserinizdeki bu atmosferi konuşalım mı biraz?

Sanırım öncelikle kendimi tanımak için, anlamak için sonra da çevremdeki, dünyadaki tüm varlıkları anlamak için önce okur biri oldum, sonra yazar biri oldum. Yazmak terapötik bir eylem. Sanat terapisinde bibliyoterapi kategorisi altında “yazarak iyileşme” diye etkisi olan bir eylem. Ruh sağlığı ve sanat terapisi alanında çalışan uzmanların da önerdiği yöntemlerden biri. Çünkü hangi türde yazarsak yazalım -bu günlük tutmak da olabilir, edebi bir çalışma da olabilir-bir projeksiyon ortaya çıkar. İster kurgu yazın ister gerçekleri yazın kiminle ilgili yazıyorsanız onunla ilgili bir projeksiyon yapmış olursunuz. Ve bu nasıl bir insan, niye böyle düşünüyor, niye böyle hissediyor, niye böyle davranıyor diye düşündükçe o düşünceler kalemden kâğıda düştükçe ortaya bir projeksiyon çıkıyor. Bu da o kişiyi daha iyi anlamamızı sağlıyor. Buradan ifade yeterliliklerine bağlanmamız gerekir. Biliyoruz ki ilk önce söz vardı. İnsan kendini ne kadar iyi ifade ederse o kadar iyi anlaşılır. Fakat anlattıklarımız da karşımızdakinin anladığı kadar olduğu için ve aslında hepimizin ifade yeterliliklerini geliştirmesi için yani kelime dağarcığını geliştirmesi için ne olursa olsun daha derin okumalar yapmamız gerektiğini biliyoruz. Sanırım ifade yeterliliklerini geliştirmeye çalışırken biraz ileri gittim, içime daha derin bakmaya başladım ve hem kendimde hem çevremde ruhsal sakatlıkları görmek beni en çok çarpan, etkileyen, sarsan şeylerden biri oldu. Bana kalırsa çağımızda yaşanan en kötücül sorunların kaynağı bunlar: ruhsal sakatlıklarımız. Şöyle bir söz okumuştum, “tahakküm ve faşizm iki kişinin arasında başlar”. Ve tabii ki ailede başlar. Annenin, babanın çocuğa tahakkümüyle başlar her şey. Çocuğun bakımı, eğitimi için çıkılan iyi niyetli yol – sosyal, kültürel ve ekonomik olarak ne kadar iyi düzeyde ebeveynler tarafından olursa olsun -bir bakmışsınız ki çocuğun boyun eğdirilmesine varmış. Benliğinin incitilmesine, hatta iğdiş edilmesine kadar gitmiş. Ağzında altın kaşıkla doğan çocuk dahi -bakın bütün sosyo-ekonomik koşullardan bağımsız düşünmemiz gerekiyor bence- tahakküm ettirilerek büyütülüyor. Bu bilinçsiz tahakküm ve sağlıksız bağ kurma biçimlerinin hepsi bence ruhsal sakatlanmalara yol açıyor.

Ayşegül Hanım bir öncekiyle bağlantılı olacak bu soru: Eserinizde yarattığınız bu dramatik yapı yani çocuklukta başlayan ruhsal sakatlanma süreçlerinin öykülerin içine işlemesi kitabınızı okurken bana sürekli Faulkner’i, onun Ses ve Öfke’sini hatırlattı. Siz ne dersiniz?

Kitabımın size böyle bir eseri hatırlatmasına çok sevindim. Faulkner’la aynı cümlenin içinde Burada Ejderhalar Var’ın geçiyor olması gurur verici.

Burada Ejderhalar Var kitabı, evet insanın karanlık dehlizlerinde dolaşan, insanın acıyla yoğrulan, büyüyen bir varlık olduğuna dair bir kitap. Faulkner’la birlikte etkilendiğim pek çok yazar olabilir. Belki de en çok Hermann Hesse, Gençlik Güzel Şey’den etkilenmişimdir. Ve hatta Rollo May’in, Hermann Hesse’in terapisi üzerine yazdığı bağlantısal metinlerden de etkilendim sanıyorum.

Yaralı Atlar Gibi Ölmeyi Bekliyoruz adlı öykünüzdeki yaralı atın ismi de Kopdagel. Biraz magazinel kaçacak ama sormadan edemeyeceğim, anlatır mısınız nasıl oldu bu?

Yaralı Atlar Gibi Ölmeyi Bekliyoruz öyküsü Küçük İskender’in bir şiirindeki şu mısraya dayanır aslında: “Ayağı kırık bir at var kalbimde, kim vuracak?”. Bu mısra yıllarca çalışma masamda pembe bir postit üzerinde durdu. Her sabah bunu görerek işe başlıyordum.  Yıllarca böyle bir mısraya baktığında insan bir yerden sonra özdeşlik kurmaya başlıyor ve sorular gelişiyor: Bu at kim; ayağı kırık, neden ayağı kırık; neden ölmesi gerekiyor, kimin kalbinde. Ve bildiğiniz gibi soy ismim Kopdagel. Kendimi bildim bileli soy ismim hep bir eğlence konusu olmuştur. Çok küçük yaşlarda garip geliyordu ama sonra ben de eğlenmeye başladım. İnsanlar bana soy ismimin takma olup olmadığını, şaka olup olmadığını sorarlar. Onların bu kadar şaşırması, eğlenmesi açıkçası beni de eğlendirir. Ama en çok da ailenizde at yetiştirmekle ilgili bir uğraş mı var, at yarışları işinde misiniz, atlarınız mı var? gibi sorular soruldu; hâlâ da soruluyor. Dolayısıyla bu birbirine benzemeyen, ayrı uçlarda, ironik cümleler bir araya gelince böyle ilginç bir hikâye ortaya çıktı. Hem çok dramatik hem de bir yanıyla- atın ismi dolayısıyla- komik. Umarım torunlarımın torunları, büyükannemiz ne fantastik bir kadınmış ki soyadımıza bir efsane yazmış diye gülüşerek anlatırlar at yetiştirmekle ilgili bu hikâyeyi.

Zaman zaman dönüp kendime sorduğum bir sorunun sizdeki cevabını merak ediyorum: Edebiyat ne işe yarar?

Edebiyatın bendeki tesiri üzerinden yanıtlayarak başlamak sanırım daha doğru bir bakış açısı yaratır. Sokakta doyasıya oynayan bir çocuk olmama rağmen eve dönüp kitaplarımı okumayı daha çok tercih ettiğimi hatırlıyorum. Aslında çocukluğumun büyük bir kısmı odamda, yatağımda yüzü koyun uzanmış öyle çok da özel bir seçkiden oluşmayan kitapları okuyarak geçti. Hem kendi başıma kalmamı hem iç dünyama dönmemi hem de sokaklarda çocuklarla oynadığım oyunlardan başka dünyalar da olduğunu hayal etmemi, anlamamı sağlıyordu edebiyat. Demek ki çocuklarla oynarken sokakta hem eğleniyordum hem de sıkılıyordum.  Yani yaşam boyu hissettiğimiz ikili doğaya sahip olma halimizden bahsediyorum. Başka dünyalar, başka hayatlar, başka oyunlar var mı diye merak ediyordum. O yaşta kitaplarla bu kadar çok vakit geçirmemi buna bağlıyorum. Yaşım ilerledikçe okuduğum kitapları daha nitelikli bir biçimde seçmem gerektiğini anladım. Hatta buna mecbur olduğuma karar verdim. Hayatımı şekillendiriyordu. İyi kitaplardaki fikirler, yaşam biçimleri, bakış açıları, iç görüler… aydınlanmalar yaratıyor; hayatımı ve kararlarımı şekillendiriyordu. Bakış açımı biçimlendirmeme yön veriyordu.  Dolayısıyla benim için, hayatı doyasıya yaşayan biri olmamla birlikte kitaplardan öğrenen biri diyebiliriz. Ama sadece işlevsel mi, hayır. İyi vakit geçirmek, eğlenmek için de okuduğum pek çok şey var. Arkadaşlarımla aramızda ortak bir sohbet konusu olsun diye birlikte okuduğumuz kitaplar da var. Meselâ son yıllarda insan psikolojisi üzerine, felsefe üzerine, sosyoloji üzerine daha çok okuduğumu fark ediyorum. İlerleyen yaşımla birlikte hem kendimi hem de çevremdeki insanları daha iyi anlayabilmek için, onlarla duygudaşlık kurabilmek için, nedensellikleri anlayabilmek için bu yönde okumalar yaptığımı fark ediyorum. Dolayısıyla tek bir cümleyle edebiyatın ne işe yaradığını özetlemek benim için zor diyebilirim.

Ayşegül Hanım günümüz öykücülüğünde gelinen noktayı nasıl buluyorsunuz? Bu bağlamda yeni keşfettiğiniz, ayrıca ezelden beri severek okuduğunuz baş ucu yazarlarınızı sorsam?

Günümüz öykücülüğünü heyecan verici buluyorum. Pek çok yeni öykücü var. Yıllardır yazan öykücüler var. Pek çok öykü kitabıyla karşılaşıyorum. Bazılarını özellikle hemen çıkar çıkmaz okuyorum. Merak uyandırıcı unsurlar içeriyor. Bazen bir öykü kitabının adı, kapak tasarımı da yeterli olabiliyor benim için o kitabı seçmekte. Günümüz öykücülüğünü bence bir de şu bağlamda değerlendirmeliyiz: Internet ve çoklu ekran kullanımı yüzünden inanılmaz bir dikkat dağınıklığı gelişti, konsantrasyon süresinin üç saniyelere indiği bir dönemdeyiz. Eskiden iyi bir okur olarak bildiğim çevremdeki insanların bir kısmı artık kitapları ellerine bile alamadıklarını söylüyorlar. Uzun romanlardan korktuklarını, çekindiklerini söylüyorlar. Severek alsalar bile bitiremeyecekleri kaygısıyla vicdan azabı çekerek o kitabı günlerce, aylarca yanlarında taşımamayı tercih ettiklerini söylüyorlar. Öte yandan öykülerin genellikle bir çırpıda, birkaç dakikada okunabilir olması onlara bir işe başlamış ve bitirmiş olma duygusu verdiğini de belirtiyorlar. Bu hem olumlu hem de olumsuz açıdan değerlendirilebilir. Her ne kadar sadece öykü yazıyor olsam da her türde eserin yeri, kıymeti, etkisi farklı; her türde okuyorum.

İkinci soruya geçecek olursak; başucu kitaplarıma. Onları türüne göre ayıramam. Etkilendiğim, sevdiğim, unutamadığım, dönüp dönüp yazdıkları satırların altını çizdiğim yazarlardan birkaçını söyleyebilirim. Meselâ Hermann Hesse bütün eserleriyle beni çarpan yazarların başında gelir. Sabahattin Ali, Erdal Öz, Monika Maron, Rollo May, Alice Miller, Tezer Özlü, Thomas Bernhard, Camus, Birhan Keskin gibi pek çok isim sayabilirim. Pek çok değerli kitabı okuma fırsatı yakalamış olsam da bir on, yirmi tane yazar var ki duygu ve düşünce dünyamı onlara çok daha yakın hissediyorum. Ve heyecanla yenilerini de arıyor, onlarla buluşmayı bekliyor, başka neleri sevebileceğimi merak ediyorum.

Ayşegül Hanım son olarak ekleyecekleriniz var mı acaba?

Burada Ejderhalar Var, insanların karanlık ve acı verici dehlizlerinde dolaşmaktan korkmayan insanlar için, kendisiyle ve çevresiyle yüzleşmekten korkmayan insanlar için yazıldı. İyi kitapları okumak cesaret ister diye düşünüyorum. Çünkü geri dönülmez bir biçimde değişiriz ve bu değişimi baştan göze almamız gerekir.

-Ayşegül Hanım teşekkür ediyorum, çok keyifli bir sohbetti, okurunuzun bol olması dileğiyle.

edebiyathaber.net (20 Kasım 2024)

Yorum yapın