Söyleşi: Adalet Çavdar
Aysel Sağır’ın yeni kitabı Kırgın Çocuklar Mevsimi geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları tarafından yayınlandı. Sağır daha önce yazdığı “Bizi Güneşe Çıkardılar” kitabıyla 1970’lerin siyasi ortamına kadınlar üzerinden bakıyordu, Kırgın Çocuklar Mevsimi ile 1990’lara 2000’lerin başlarındaki Türkiye’ye geri döndürüyor okurunu. Hatırlamamız istiyor Aysel Sağır, adına “Hayata Dönüş” denen operasyonların sonuçlarında insanların başlarına neler geldiğini. Hafızanın kapısı kapandığında yaşamın nasıl bir hâl aldığını tekrar tekrar anımsatıyor. Ve bir düğüm bırakıyor okurunun boğazında, insan kendini ister istemez sorguluyor. Her şeyi bu kadar hızla unutmasaydık ve sorunları çukura atmak yerine gün yüzünde tutup tartışabilseydik kim bilir belki de kendimizi bugün bu kadar çaresiz hissetmezdik.
Öncelikle ilk kitabın “Bizi Güneşe Çıkardılar” 1970’lerin siyasi ortamı kadınlar üzerinden anlatıyordu. Sonrasındaysa “Karşılaşmalar” adında deneysel bir metin yazdın ve şimdi 1990’ların Türkiye’sine dair bir hikâyeyi yeniden anlatıyorsun. “Kırgın Çocuklar Mevsimi” kitabının bugün yazılması senin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
Karşılaşmalar, kült yazarlar ve onların karakterlerinin yaşadığımız zaman ve mekanlarda yeniden kurgulanması gibi bir özelliğe sahip. Yani, senin de belirttiğin gibi deneysel bir metin olma özelliğini taşıyor. Evet, Bizi Güneşe Çıkardılar 1970’lerin siyasi ortamına kadınlar üzerinden bakıyor. Aslında kadınlar üzerinden bakıyor tanımlamasının tam uymadığını düşünüyorum. Bir sözlü tarih çalışması olarak metni kadınlar üzerine inşa ediyor demek daha doğru olur. Yani konunun öznesi kadınlar. Sosyo-kültürel tarih çerçevesinde önemli işaretler veriyor. Buradan hareketle, sosyal tarih açısından anlaşılır bir yanı var.
Kırgın Çocuklar Mevsimi’ne gelince, roman olması özelliğiyle diğer iki çalışmadan ayrılıyor. Evet, metnin hareket ettiği yerle arasında bir hayli zaman farkı var. Hikayelerin oluşması için de zamana ihtiyaç vardır demem yeterli olmaz tabii. Örneğin, bazı olaylar vardır, tezahür ettiği zaman ve mekanla sınırlı kalır. Kısa zamanda telefi edilme özelliği taşırlar. Ama bazıları da vardır ki, zaman mekan ilişkisini dışlayarak yerleşecek bir yer ararlar. Zira vicdan, adalet duygusu çok büyük bir yara almıştır. Artık yaşananlar maruz kalanlardan çıkmış bütün herkesi hedef almıştır. Aynı şekilde, aynı yerlerde olmasa da, sürekli tekrarlanma özelliği taşırlar. Burası yaşadığınız en özel alanınız eviniz de olabilir, mahalleniz ve işyeriniz de. Her insanın temel hakkı olan yaşam hakkı sistematik anlamda bir kez yok edilmeye görsün; bu artık olup bittiği yerle sınırlı kalmayacaktır. Duygu-düşünce dünyamızda büyük gedikler açılacaktır. Tabii bire-bir değil, dolayımlı olarak. Roman bu dolayımın ne olduğunu göstermek anlamında okuyan açısından olduğu gibi yazan açısından da bir olanak sunuyor.
Nereden baksan üzerinden on sekiz sene geçen bir büyük meseleyi insanların hafızasından bu kadar hızlı silinmesi nasıl peki? Biz, çok mu hızlı bir çağda yaşıyoruz.
Daha önceki bir söyleşide de yanıtladığım gibi, büyük bir çoğunluğun neleri unutması gerektiği, bütün bunlara bağlı olarak da nelerin önemli ya da önemsiz olduğu gibi itkiler kendi ellerinde olan bir şey değil. Değil başkalarının yaşadıkları, kendileri hakkında bile düşünmemelerini sağlayacak etkili araçlar tarafından yönlendiriliyorlar. Yani yönlendiriliyoruz. Burada tüm medya araçları, tüketim nesneleri başı çekiyor. Ki, burada özellikle kültürel tüketim nesneleri çok önemli bir yerde duruyor. Bu durumda çağ ne kadar hızlı bilemem ama çok hızlı manipüle edildiğimiz bir gerçek. Bir de, insanların kendileri yaşamadıkları bir olayı unutmaları çok normaldir. Yalnız böylesi durumlarda araya toplumsal araçlar girer. İşlevi de toplumsal hafızanın aklını korumaktır. Yukarıda da belirttiğim gibi tümüyle tersine bir mekanizma işliyor. Ama bu farklı yollar açmanın önünde bir engel değil. Betonlaşmış, hiçbir esinti oluşturmayan blokları delerek patikalar, ara yollar açmak her zaman mümkün. Zira arkaya şöyle bir dönüp baktığımızda manzaranın karanlığından başımız dönüyor. Yani ben dönüp bakınca, kentin ortasına Zorlu İnşaat’tan düşerek parçalanan onlarca genç insan bedeni görüyorum. Biz şimdi bu cilalı binaların önünden her gün geçiyoruz… Sonra 300 kişinin yitip gittiği Soma var… Var da var…
Kitabın içerisinde yer alan gazeteci Suna’nın hikayesi diğer röportajlarında okuduğum kadarıyla senin hikayenle de bir yakınlık barındırıyor. Suna artık beynen ve bedenen rahatsızlıkları olan insanlarla röportajlar yaparken bir yandan kendi hafızasında da geri dönüşler yaşıyor. Yazarken sen kendin hafızanla nasıl bir bağ kurdun?
Birebir böyle bir yansıtma olduğunu söyleyemem. Ne kadarı benim hikayemle paralellik içeriyor ne kadarı değil konusu tümüyle kurguyu ilgilendiren bir şey ve bunu ona sormak gerekiyor. Ama metin yazma sürecinde oluşan bir paralellikten bahsedebilirim. Buna Mihail Bahtin’le yanıt vermem daha doğru olur. Bahtin şöyle diyor: “…bütün bu nesneler dünyasını kendi içinde eritmiş olan kahramanın öz bilinçliliğinin yanında, onunla aynı düzlemde ancak başka bir bilinç var olabilir; onun görüş alanının yanında ancak başka bir görüş alanı, dünyaya bakış açısının yanında dünyaya başka bir bakış açısı. Kahramanın her şeyi yutan bilincinin yanında yazarın yerleştirebileceği yalnızca tek bir nesnel dünya vardır; kahramanla eşit haklara sahip başka bilinçlerin dünyası…”
Peki ya Ali, Ali’nin defterine yazdıkları bir gün çocukluğundan başlayıp hapishane sürecine, bir gün hapishane sürecinden başlayıp çocukluğuna bir sarmal halinde sürekli gidip geliyor. Suna’nın aldığı destek gibi kitabı yazarken bir destek aldın mı?
Suna’nın aldığı destek yetmiştir diye düşünüyorum. Yani şaka bir yana, soru kendi yanıtını içinde taşımış. Anlatıcı sanırım Suna’nın olanaklarından yeterince yararlanıyor. Yani söz konusu destekten böylelikle anlatıcı da faydalanmış oluyor.
Suna’ya kızıp evinden gönderen bir aile var romanın içerisinde. O ailelerden bugün de çok var elbette. Birbirimizin sesini duyamamaya ne diyorsun? Bu kadar zor mu artık anlatmak, anlaşılmak… Böyle daha yalnız değil mi?
İşte burada şöyle bir şey var; birinin başına gelen sadece onun başına gelmiyor. Yani birinin başına gelen bir şey, herkesin başına gelen bir şeydir. Hele hele bu şey sistematik bir aygıt tarafından uygulanıyorsa altını çizmeye bile gerek yok! Yalnızlaşma meselesi de karmaşık bir konu olsa gerek. Yalnız burada hastalıklı bir yalnızlaşma durumu var galiba. Daha açık bir ifadeyle, içinde bizlerin de olduğu toplum hastalanmış olabilir.
Peki, hafıza özellikle toplumsal hafıza bugün hızla çürüyen bir şey. Sanki herkes hangover gibi yaşıyor hayatı. Çünkü çok fazla meselemiz var. Boyumuzdan büyük pek çok konu sürekli gözümüzün önünde. Unutmamak ya da unutamamak oldukça can yakıcı da olabiliyor böyle zamanlarda. Sen bütün bu romanı yazarken kendinle nasıl başa çıktın? Ve bizlere ne öneriyorsun hayatta kalmak adına aklımızla ve hafızamızla nasıl başa çıkmalıyız.
Bu konuda nasıl bir öneride bulunabilirim ki… Herkesin başa çıkmak zorunda kaldığı konularla ilgili geliştirdiği -mutlaka- bir yöntem vardır diye düşünüyorum. Üstelik bana birisi “şunu şöyle yap’ dese, acayip sinir olurum. Sadece şunu söyleyebilirim; mümkün olduğunca egemen düşünce tarzının uzağında durmak işe yarayacaktır. Ruhumuzun, bedenimizin, öncelikle tek sahibi bizleriz. Nasıl düşüneceğimize ve davranacağımıza kendimiz karar vermeliyiz.
Romanın konusu oldukça insanın canını yakan bir mesele olsa da sen konuyu okura hiç vicdan azabı çektirmeden, içini ezmeden yazmayı başarmışsın. Bu bir biçim miydi tercih ettiğin, yoksa dil kendiliğinden böyle mi gelişti?
Bunu başarmış olmak sevindirir beni. Elbette ki, duygu sömürüsüne dönüşmemesi için titiz davrandım. Zira konu buna çok açık. Konu demişken, başka şeylere de açık olduğunu okuyucu takdir edecektir. Bu yanıyla çok hassas bir yerde duruyor. Ama sanırım metin kendi dengesini kuruyor.
“Kırgın Çocuklar Mevsimi” Cemal Süreya’nın dizelerini çağrıştırdı bana “Biz kırıldık daha da kırılırız / Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü / Hırsız da bilmiyor çaldığını / Biz yeni bir hayatın acemileriyiz / Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor.” Sence biz bütün bu süreçten nasıl biçimlenerek çıkacağız.
Bu benim de bilmek istediğim bir şey. Hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Bütün bu metinler, yazma edimi de anlamak-bilmek için zaten. Belki yazarak bir tık daha diğerlerinden daha çok merakımı gideriyor ya da kamçılıyor olabilirim. Ama bütün bildiğim zor topraklarda yaşadığımız.
Adalet Çavdar – edebiyathaber.net (3 Mayıs 2018)