En son okuduğunuz kitabın adı nedir? İzlenimlerinizi öğrenebilir miyiz?
Son okuduğum kitap, ABD doğumlu Meksikalı yazar Jennifer Clement’in dilimize Kadınlar Ormanı olarak çevrilen romanı. Sel Yayıncılıktan yeni çıkan bu romanın çevirmeni Melisa Kesmez. Daha ilk paragrafta, kolay bir okuma olmayacağını, berbat bir dünyanın içine girdiğini anlıyorsun. Kocaların ve oğulların, nehri aşıp ABD’ye kaçtığı, kadınları kendi hallerine ve kaderleriyle baş başa bıraktığı bir dünya bu. Meksika’da, Guerrero adı verilen dağlık bir bölgede, bir kadın olarak yaşamanın ne demek olduğunu anlatıyor roman. Acapulco’ya arabayla bir, katırla dört saat uzaklıktaki Guerrero, kadınlar için tam bir yeryüzü cehennemi. Burada, kız çocuk olarak doğmak (kız çocuk doğurmak), güzel bir kız olmak (güzel bir kız annesi olmak) kadersizlik demek. Uyuşturucu kaçakçılarına av olmasınlar diye, kız çocuk doğurduğunu saklamaya çabalayan, kızlarını çirkinleştirmeye çalışan, şişman göstermek için, içine paçavralar tıkıştırılmış elbiseler giydiren, ciltlerine kırmızıbiber süren, tehlike anında onları açtıkları çukurlarda gizleyen, her an tehdit altında, korku içinde, tetikte yaşayan kadınların hikâyesi. Okurken sarsılmamak elde değil. Her cümlede bu şekilde nasıl yaşanabilir diye soruyor insan, ister istemez öfkeleniyor, çaresiz hissediyor kendini.
Son okuduğunuz kitapta, en beğendiğiniz cümle ya da alıntı nedir?
“Meksika’nın her yerinde bilinirdi, biz Guerrerolular öfke dolu insanlardık; hepimiz yatağın içinde, yastığın altında saklanan saydam beyaz akrepler kadar tehlikeliydik. Guerrero’da ipler sıcaklığın, iguanaların, örümceklerin ve akreplerin elindeydi. Hayatın hiçbir değeri yoktu. Annem hayatın hiçbir değeri yok, derdi. Dua eder gibi şu eski şarkıyı söylerdi: Eğer beni yarın öldüreceksen, bugün öldür.”
Bu alıntıyı, güzel bir cümle olduğu için değil, romanın ruhumda yarattığı karşılığı verdiği için seçtim.
Yeni bir kitaba başlamadan önce arkadaşınızdan mı tavsiye alırsınız, kitap eklerinden mi yararlanırsınız yoksa tamamen sezgilerinizle mi hareket edersiniz?
Yazmaya başlamamla birlikte, kitap seçiminde daha fazla titizlenmeye başladım aslında. Öncelikle sevdiğim yazarların, muhakkak okumalıyım dediğim yazarların kitaplarını okumaya çalışıyorum. Sürekli güncellediğim, kendimce notlar aldığım bir okuma listem var. Daha ne kadar erteleyeceksin, bunu bırak şunu öne al, bu yazarı oku artık Ayşen, gibi küçük, komik hatırlatmalar. Ne kadar kafamdaki sıralamaya sadık kalmaya çalışsam da, bu her zaman mümkün olmuyor tabii. Yazar yazara, kitap bir başka kitaba götürüyor, ne okusam diye düşünmüyorsun hiç, hangisine başlasam diye düşünüyorsun. Kitap eklerine, kitap tanıtım yazılarına gerek bile kalmıyor. Arkadaş tavsiyeleri, edebiyat dergilerinde dikkatimi çeken bir yazı, okuduğum kitaptaki bir dipnot veya kitapta bahsi geçen bir yazar derken listeye her gün yeni bir kitap eklerken buluyorum kendimi.
Keşke bu kitabı ben yazsaydım dediğiniz bir kitap var mı?
Pek çok kitabı okurken bu kitabı yazmış olmak isterdim, diye düşünmüşümdür. Alef Kitap’tan çıkan, Merce Rodoreda’nın Güvercinler Gittiğinde adlı romanı bunlardan sadece biri.
Yazdıklarınızı ilk olarak ne zaman gün ışığına çıkardınız ve ilk kimlere okuttunuz?
Öykü yazmaya geç yaşta başladım. Bu yüzden midir bilmiyorum, ilk zamanlar biraz aceleci ve sabırsızdım. Yazar yazmaz, hemen birine okutmak, görüş almak istiyordum. Onaylanmak, beğenilmek kaygısından ziyade, neyi yapıp neyi yapamadığımı görebilmek için ihtiyaç duyuyordum buna, bir sorun ya da eksiklik var mı, varsa nasıl giderebilirim, üzerinde düşünmek, (bir an önce) öğrenmek için. Bu oldu galiba dediğim ilk öykümü altkitap öykü yarışmasına göndermemin altında yatan düşünce de buydu galiba. Beni heyecanlandıran şey, (öykü olmadığını bildiğim pek çok denemeden sonra) yazdığım ilk öykünün, (beni hiç tanımayan) bir jüri tarafından okunacak ve değerlendirilecek olmasıydı. Sonuçlar Mayıs 2011’de açıklandığında acayip sevinmiş, mutlu olmuştum, İç Dış adlı öyküm, altkitap Veda Öykü Seçkisi’nde yayımlanacaktı. Bu sonuç önemliydi, çünkü öykü yazdığıma, yazabileceğime inandırmıştı beni. Gerçi, cesaret veren, motive eden bu başlangıçtan sonra, iş hayatı yüzünden uzunca bir süre öykü yazamadım ama pek de dert etmedim bu durumu. Bol bol ve ağırlıklı olarak öykü okuyarak, yazmaya zihnen hazırlandığım bir dönem geçirdim bu sayede. Ancak 2013 yılı itibariyle düzenli olarak yazmaya, yazdıklarımı dergilere göndermeye başlayabildim.
Altı yıllık bu süreçten sonra, acele etmemeyi, bir öyküye, ne kadar süre istiyorsa o kadar süre tanımak gerektiğini öğrendim diyebilirim. Yazdıklarımı okuyacak, kritiklerine ve yorumlarına güvendiğim bir kaç arkadaşım olsa da her yazdığımı okutma ihtiyacı duymuyorum artık. Zira bir başkasının fikri, bazen zihninizi gereksizce bulandırabiliyor, yazmaya çalıştığınız öykünün temel duygu ve düşüncesinden uzaklaştırabiliyor sizi.
Belirli yazma alışkanlıklarınız var mı? Gürültülü bir yerde mi yoksa sessiz bir ortamda mı yazmaktan hoşlanırsınız?
Her yerde, her ortamda yazabilen biri değilim. Muhakkak evde olmam lazım. Bunun dışında beni sınırlayan, gereksizce strese sokan her türlü düşünceyi çıkardım kafamdan. İdeal koşulları ararsan yazamıyorsun, o koşullar bir türlü oluşmuyor, diye diye bu fikre inandırdım kendimi. Artık yazabilmek için, bir odaya kapanmam, masa başına geçmem veya evde kimsenin olmadığı saatleri kollamam gerekmiyor. İstediğim, uygun olduğum her anda ve her fırsatta çalışabiliyorum, salonda bir köşem var, bilgisayarım sürekli açık ve daima elimin altında. Evdekiler de (mecburen) alıştı bu duruma. Yazarken tamamen kendi halime bırakıyorlar beni.
edebiyathaber.net (22 Mart 2019)