Söyleşi: Vedat Kurtoğlu
Panovaroş isimli öykü dosyasıyla 2010 Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görülen yazar Aysu Kara’nın “Dünyanın Orta Yeri” adlı romanı İthaki Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluştu. 2014’te Kıymık, 2017’de Sessizce Şarkı Söylüyorduk isimli kitaplarıyla dikkat çeken Kara ile hem romanı Dünyanın Orta Yeri’ni hem de yazın yolculuğu üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Dünyanın Orta Yeri, Osmanlı dönemindeki bir köyde yaşananlar ve orada hayatını sürdüren insanlar çevresinde ilerliyor. Roman boyunca neredeyse tüm karakterlerin kişisel hikâyelerine şahitlik ediyoruz. Bu da katmanlı bir hâle getiriyor romanı. Bir yanıyla risk de taşıyan bu parçalı anlatımı tercih etmenizin sebebi nedir?
Hikâyelerin içine doğar, çevremizi, dünyayı hikâyeler aracılığıyla algılarız. Sonra hepimiz, doğal birer hikâye anlatıcısı oluruz. Bizi şekillendiren bu hikâyeler elden ele, dilden dile; ilk haliyle hiç ilgisi olmayan bambaşka biçimlere dönüşür. O yüzden her hikâye, içinde hem bir parça gerçek taşır hem de kurmacadır. Bu akışkanlık, ele avuca sığmazlık beni çok heyecanlandırıyor ve sanırım yazma motivasyonumu oluşturuyor. Dünyanın Orta Yeri’nde farklı hikâyeleri bir arada tutarak farklı anlatıcıların birbirlerini yalanladıkları bir anlatı kurmaya çalıştım. Bu, yazarken beni eğlendirdiği gibi metinde yazarlık otoritesi üzerine düşünmemi de sağladı. Abbas Kiyarüstemi “Anlatıcıyla dinleyicinin arasındaki ilişkiyi anlamak elzemdir,” der. Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Romanda anlatılan hikâyeler, bir taraftan da dinleyicinin tepkisiyle şekilleniyor. Her farklı anlatıcı, hikâyesini farklı biçimde kurarken dinleyici de katkıda bulunuyor. Bunun anlatma imkânını genişlettiğini düşünüyorum. Kendi romanım için kullandığım bu tekniğin hemen her edebiyat metninde karşılığı var bana kalırsa. Kurmaca, okurun algısıyla şekillenir bir parça da.
Ayvalık doğumlu bir yazarsınız ve romanın omurgasını da doğduğunuz şehrin tarihiyle güçlendirmişsiniz. Eski adıyla Kidonya’yı ve oranın insanını, yani köklerinizi yeni bir temele oturtuyorsunuz. Gelmek istediğim nokta, yazar ve metin arasındaki ilişkinin derinliği. Bir yazarın kendi izlerini takip etmesi bilinmedik bir konu değil elbette ancak siz romanda bireysel olarak kendinizden ziyade köklerinizden hareket ediyorsunuz. Roman özelinde, yazar ve metin ilişkisi sizin için ne ifade ediyor?
Ailem Midilli mübadili. Dünyanın Orta Yeri’nde hikâyenin anlatıldığı dönem, Ayvalık olarak düşünülebilecek bir yerin1700’lü yılları. Köyün o yıllardaki sakinlerinin çoğu Rum asıllı Osmanlı vatandaşları. Aslında mübadeleden çok önceki bir dönem ve tamamen kurmaca. Söylentilerle, çeşitli şekillerde anlatılan, sürekli hakkında spekülasyon yapılan bir hikâyenin olma ihtimalinden yola çıktım. Her yazarın bir ya da birden çok yazınsal mekânı oluyor galiba. Artık Ayvalık’ta yaşamadığım halde çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği yer olduğu için yazınsal mekânım da orası sanıyorum.
Romanda beni etkileyen karakterlerden biri Papaz İkonomo’ya yardım eden Ali oldu. Bu biraz tuhaf gelebilir, roman için çok daha önemli karakterler varken neden Ali diye düşünebilir insan. Ancak romandaki en “sıradan” diye tabir edilebilecek karakter bile derinlikli. Ali baştan sona, etiyle kemiğiyle bir insan olarak duruyor önümüzde. Meraklı, ürkek, dinlemeyi de en az anlatmayı sevdiği kadar seven biri. Her roman kişisiyle tanışmış gibi oldum okurken. Günümüz romanının temel sorunlarından biri gerçek karakterler yaratabilmek diye düşündüğüm için sormak istiyorum. Romanındaki karakterlerin yaratım süreçleri nasıl ilerledi?
Karakterlerin her biri tanıdığım kanlı canlı insanlar gibi geliyor bana. Öykü yazarken de böyle olur. Yazıp bitirdiğimde karakterlerim, tanıdığım, gerçek hayatta ilişki kurduğum insanlardan farksızdır benim için. Bu sefer roman olduğu için karakterlerle epey uzun süre birlikte yaşadım, yaklaşık dört yıl kadar. Benimle seyahat edip karantinaya girdiler. Rüyalarım da dâhil yaşantımın bir parçası oldular. Sanırım yazarın karakterlere olan inancı, okura geçiyor. Karakterlerin bazıları ana karakterdi bazıları da ihtiyaçtan ortaya çıktı. Örneğin Ali yardımcı bir karakterdi başlangıçta, ama yazım sürecinde kanlı canlı biri haline gelip alıp başını gitti. Ben de Ali’yi çok severek ve eğlenerek yazdım.
Romanın bir diğer dikkat çeken yönü de mitolojik bir temele oturtulan lanet konusu. Bu konu, her anlamda bize görüntüler çizen romanı, bir anlamda büyülü gerçekçi bir yere de götürüyor. Üstelik hiç sakil durmuyor söz konusu anlatım. Romanın yine iki önemli karakteri olan Maria Ana ve Ahmedaki masalsı tarafını güçlendiriyor metnin. Bunu tercih etmenizdeki temel sebebini biraz da coğrafyayla, yani coğrafyanın buna uygunluğuyla ilişkilendirdim. Siz ne dersiniz?
Mitoloji, masal gibi insanlığın kadim anlatılarının günümüz insanına çok şey söyleyebileceğini düşünüyorum. Temel meseleler hiç değişmiyor. İnsanın kendisine, bulunduğu zamanın ve mekânın içinden bakabilmesinin güçlüğü ortada. Mitoloji belki bana, o karakterler aracılığıyla hem kendimi hem de okuru birkaç bin yıl öncesine taşıyıp bu güne bakabilme olanağı sağlıyor. Romanın geçtiği coğrafya da buna çok uygun, haklısınız.
Edebi metinleri, yazarın kendi okumak istediği eserler olarak yorumlamak mümkün. 2010’da Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü aldınız ve şimdi de bir roman… Dünden bugüne baktığınızda, günümüzün öykü ve romanında ne tür sorunlar görüyorsunuz?
Roman öncesi üç öykü kitabım yayımlandı. Bir süre Edebiyathaber’de, hâlen Parşömen Sanal Fanzin’de öykü editörlüğü yapıyorum. Bu yüzden, yayımlanan öykü kitaplarının yanısıra öyküyü bu şekilde de takip ediyorum. Öykü çok rağbet gören bir tür son zamanlarda ama yazıldığı kadar çok okunuyor mu, bundan emin değilim açıkçası. Çok iyi öykü kitapları yayımlanırken vasat öykü kitapları da var. Bu alanda bir kalabalıklaşma var ama çok yazılması kötü bir şey de değil. Nicelik artışı niteliğe de yansır diye düşünüyorum. Bazen de adını sanını bilmediğimiz yazarlardan çok iyi öyküler geliyor, çok heyecanlanıp umutlanıyorum o zaman. Romana gelince, sizin de dediğiniz gibi yazar kendi okumak istediği metni yazar, ben de aynı düşüncedeyim ve bunu yapmak istedim sanırım.
Dünyanın Orta Yeri için öykünün imkânlarından yararlanarak yazılmış bir roman diyebiliriz diye düşünüyorum. Farklı karakterlerin hikâyelerini anlatmayı tercih ettiğiniz için varıyorum bu kanıya. Türler arası bakış açısı, çağdaş edebiyatın güçlenmesinde önemli bir rol oynuyor kuşkusuz. Bu romanınız; öyküyü, mitolojiyi, tarihi ve kadim masalsı anlatımı da barındırıyor ve bu oldukça zengin bir okuma vadediyor okura. Farklı türlerle roman arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyanın Orta Yeri’nde bir ana hikâye var ama sizin de söylediğiniz gibi yalnızca bu hikâyeden ibaret değil anlattığım. Alttan alta bir başka tema, “hikâye anlatmak” meselesi romana yayılsın istedim. Hikâyenin “kurulan bir şey” olduğu, gerçekle ilişkisi ve anlatılırken her seferinde “gerçek”ten uzağa düşmesi, bu romanı yazarken yapmak istediğimdi. Farklı biçim ve dil arayışlarının, türleri bir arada kullanma tercihinin romanı daha yukarı taşıyacağını düşünüyorum. Bu elbette bizim keşfettiğimiz bir şey değil. Cervantes, türleri bir arada kullanarak roman yazmayı günümüzden 400 yıl kadar önce Don Kişot’ta yapmıştı. Hem de o kadar başarılı oldu ki eseri hâlâ okunuyor. Ben de naçizane, farklı türleri bir arada kullanmanın yaratıcılığımızın önünü açabileceğini, yazara farklı ve geniş olanaklar sunabileceğini düşünüyorum.
Farklı okumalara imkân sağlayan bir metinle karşı karşıyayız. Bu tür metinlere özellikle son yıllarda ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Her yazarın kendini ve yazdıklarını beslemek için dönüp dönüp okuduğu kitaplar vardır. Son olarak hem dünya hem de Türk edebiyatından size ilham verici gelen ve dönüp dolaşıp okuduğunuz kitaplar hangileridir?
Örneğin ilk aklıma gelen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, her okuduğumda farklı bir şeyin dikkatimi çektiği muhteşem bir metindir. Tristram Shandy de öyle. Sonra Juan Rulfo’nun Pedro Paramo romanı ve öyküleri, Italo Calvino’nun öyküleri, denemeleri, Gabriel Garcia Marquez, Dino Buzzati, Onat Kutlar’ın öyküleri, Hulki Aktunç’un neredeyse tüm yazdıkları, Tomris Uyar’ın Gündökümleri, Leyla Erbil’in öyküleri, Salâh Birsel’in denemeleri dönüp dönüp okuduğum metinlerdir.
edebiyathaber.net (29 Mart 2022)