Söyleşi: Nesrin Eroğlu
Aytekin Yılmaz ile yeni kitabını konuştuk.
Son kitabınız “Yüzleşerek Barışmak” bu yıl şubat ayında Vadi Yayınları’ndan çıktı. Yüzleşme literatürüne bir katkı niteliğinde kitap olmuş. Türkiye’de siyaset yapanlara ve edebiyatla uğraşanlara bir ev ödevi niteliğinde adeta. Ama öyle görünüyor ki yazdıklarınızı kimse üstüne almak istemiyor. Ne dersiniz?
Yüzleşme ve Barış gibi kavramlar bu ülkede pek sevilmiyor. Hele bir de ikisini bir araya getirip cümleler kurduğunuzda insanların iyice ürktüğü bir hale geliyor. Şu anda Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi atmosfer “Geçmişle yüzleşme” ve “Barış” a dair kurulacak her cümleye uzak. Kısacası geçmişle yüzleşme siyasetçilerin hiçbir yerine düşmüyor. Neredeyse bütün mahalleler geçmişleriyle övünüyorlar. Bir toplumda geçmişle yüzleşmeyi, siyasi süreçlerin içinde yer almış olanlar yapabilir.
Kitabınızın bir yerinde “Dedelerimizden bize kalan geçmiş herkesi yoruyor, yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok.” diyorsunuz. Bu ülkeyi yoran şeyin yüz yıllık geçmiş olduğunu belirterek yaşanmış acı olayları detaylıca anlatıyorsunuz. Bize biraz geçmişle yüzleşmenin öneminden bahsedebilir misiniz?
Bu kadar sorunlu bir geçmişle yüzleşme yapılmadan iç barışımızı sağlayamayız. Kitapta son 40 yılda canımızı yakan savaş üzerinden nelerle yüzleşmemiz gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bunun için de özellikle ’90 lı yılları işaret ettim. Bu ülkede genel olarak son yüz yılda özel olarak da son kırk yılda yüzleşmemiz gereken şeyler var. Bu ülkenin her defasında başa dönmesinin, tarihi tekerrür ettirmesinin asıl nedeninin Kürt sorunu olduğunu düşünüyorum. 1984 te başlayan PKK şiddeti ülkenin bütün enerjisinin heba olmasına neden oluyor. Son 40 yılda yüz bine yakın insanımızı kaybettik bu savaşta. 4 milyon insan köyünden şehrinden göç etmek zorunda kaldı. Buna rağmen bu savaşa halen “Savaş” diyemeyen bir devlet ve bir siyaset var. Yüzleşilmemiş bir geçmiş, işletiliyor demektir.
Kitapta hem devlete hem de PKK ve sol örgütlere sert eleştiriler var. Açıkçası kitaba dair sizinle konuşmak istediğim şey kişisel yüzleşme deneyiminiz. Belki klişe bir soru olacak ama yine de sormak istiyorum, öncelikle cesaretinizi taktir ediyorum. Peki bu cız konularda yazarken korkmuyor musunuz? Ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
Gündelik yaşamda bu soruyla çok karşılaşıyorum. Hatta kitaplarımı okuyanların ilk tepkisi bu oluyor. “Korkmuyor musunuz?” diyorlar. Bu soruya cevabım şöyle, hayır korkmuyorum çünkü korkulacak bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Peki cesaretli miyim? Cesaretli olduğumu da düşünmüyorum. Normalde her sahici yazarın ilk yapması gereken şey, yazdığı metninde şeyleri adıyla çağırmak olmalıdır. Kitaplarımda yaptığım şey de budur. Katile “Katil” dememiz gerekiyor. Doğruya doğru yanlışa yanlış dememiz gibi. Bu ülkede çoğunluk yazar şeyleri adıyla çağırmadığı için, arada çağıran birileri olduğunda da garip kaçıyor. Sizin bu cız dediğiniz konuları adıyla çağırdığım için beni linç etmek isteyen mahalleler var. Acı deneyimlerle yüzleşmenin kolay olmadığını biliyorum; bu yüzden de çoğunlukla kendi kurban durumumuzla yüzleşmeye cesaret edemediğimiz için nefretimizi başkalarına yöneltiyoruz.
Daha önceki kitaplarınızdan farklı olarak bu kitapta devletin yüz yıllık geçmişine eleştirel yaklaşmanız olmuş. Geçmişle yüzleşmeyi hem devletten hem de PKK ve sol örgütlerden bekliyorsunuz. Böyle bir şey mümkün mü?
Bu yüzleşmenin mümkün olup olmaması geçmişi sorunlu olanların yüzleşme yapıp yapmayacaklarına bağlıdır. Kitap her ne kadar geçmişi anlatarak geçmişten bahsediyorsa da aynı zamanda bugünden ve gelecekten haber veriyor. Geçmişin esiri olmuş tüm siyasi aktörlere çözüm öneriyor. Bu çözümün de geçmişle yüzleşmekten geçtiğini bağıra bağıra söylüyor. Ne diyor, geçmişiyle yüzleşmemiş bir vicdan vicdansızlık yapmaya devam edecektir. Geçmişleriyle yüzleşen başka ülkeler demokratik reformlarını yaparak kendi geleceklerinin önünü açtılar. Şu an ülkelerinde çatışmasız, savaşsız yaşıyorlar. Kitabın en açık mesajı bu bence.
Kitaplarınız son 40 yıllık çatışmalı dönemi anlatıyor, bir söyleşinizde “Kürt dağındaki savaşı yazıyorum.” Bu savaşı yeterince anlatabildiğinizi düşünüyor musunuz?
Muhtemelen başka yazarlar da bu savaşa dair yazıyordur, yazacaktır. Ama takip edebildiğim kadarıyla bu konuda yazanların sayısı çok değil. Savaş gibi bir konuda yazmak sıkıntılıdır biraz. Öncelikle çatışmalı sürece dair bir hikayenizin olması gerekir. Ben bu savaşın tanığıyım. Bir anlamıyla da mağduruyum 10 yıl hapiste kaldım. Savaşa dair hikayeler biriktirdim. Bu savaşın bir mekânı dağlar ise diğeri hapishanelerdir. 1980 den beri hapishanelerde çok acı olaylar yaşandı. 1980’lerde devlet, 90’lı yıllarda PKK ve sol örgütler koğuşlarda baskı ortamları oluşturdular. Kendi yoldaşlarını infaz ettiler. “Yoldaşını Öldürmek” kitabım tanıklığım üzerinden hapishanelerde öldürülen insanların hikayesini anlatır.
Kitaplarınızda hapishane konusu çok işleniyor bu bir tekrar mı, yoksa bu ısrarınızın bir nedeni var mıdır?
Hapishaneler bir ülkenin aynasıdır. Bu aynaya baktığımızda devlet ve toplumun en yoğunlaşmış hallerini görürüz orada. Bu ülke Türkiye olunca hapishane gerçeği daha bir önem kazanıyor. Kitaplarımda hapishanelerin çokça yer alması bununla ilgilidir. PKK savaşıyla birlikte hapishaneler örgüt kamplarına dönüştü. “Son Diktatör” kitabımda hapishanedeki koğuşlar için “İkinci ek toplama kampları” ifadesi kullandım. Bu kampların ikinci el olması hapishaneler devletin olmasına rağmen işletilmesinin örgütlere bırakmış olmasından kaynaklanıyordu. 1990-2000 yılları arasında bu kamplar PKK ve sol örgütlerin denetimindeydi. Yani 1980’lerden sonra Türkiye’de hapishaneleri yazmak bir bakıma bu savaşı yazmak gibi bir şey oldu. Yüz binden fazla Kürt bu yıllarda PKK davasından yargılanıp hapis oldular. PKK’nin de bir hapishane örgütü olduğunu düşündüğümüzde hapishanelerin sadece hapishane olmadığını anlarız. Kitaplarımda anlattığım hapishanedeki insan hikayeleri bu savaşa dairdir. Mesela “Sığınamayanlar” romanı hapishanede geçer ama kahramanları dağdaki kadın gerillalardır. Kadın gerillaların trajik hikayeleri anlatılır. Romanlarımın ve diğer anı belgesel kitaplarımda dışarısı ile içerisi iç içe geçmiştir. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. “Onlar Daha Çocuktu” kitabında dağdaki ve hapishanelerdeki çocuk savaşçıları anlattım. Yani savaşa dair anlatmak istediğiniz her hikâyenin bir ucu dağa diğer ucu hapishanelere çıkıyor. Mesele bir tekrar veya ısrar etme meselesi değildir. Bu tekrar, 40 yıldır savaşta ısrar edenlerin tekrarıdır.
Kitabınızda “Yazarak yüzleşmek” başlığı altında dünya deneyimlerinden yola çıkarak kişisel yüzleşme deneyimlerinizi anlatmışsınız. Yazdıklarınıza bakılırsa dünya edebiyatındaki deneyimleri araştırmak size iyi gelmiş.
Bu konularda yazmadan önce dünya deneyimlerini araştırdım, okudum. Bu okumalar bana çok iyi gelmişti. Mesela Nazi toplama kamplarından ve Gulag toplama kamplarından sağ kurtulmuş yazarlara göre biraz daha şanslı olduğumuz söylenebilir. Primo Levi, Alman Nazi kamplarından sağ kurtulup orada olanları yazmaya başladığında geçmişten örnek alabileceği bir deneyim yoktu. O yüzden yaşadığı hayat onu çok bunalttı. Çünkü ilk başlarda hem dünya hem de Almanlar yazdıklarına inanmıyorlardı. Özellikle Almanlar uzun yıllar nefret ettiler ondan. Ömrünün sonuna doğru çareyi intihar etmekte buldu. SSCB’nin Gulag kamplarından sağ kurtulan Soljenitsin de pek şanslı sayılmazdı; çünkü maruz kaldığı, tanık olduğu yaşanmışlığın daha önce bir benzeri yoktu. SSCB’yi terk edip yurt dışına sürgüne gittiğinde çok zorluklar yaşadı. Avrupalı komünistler önceleri uzun yıllar yazdıklarına inanmadılar. Bu iki deneyimi erkenden öğrenmiş olmak bana iyi gelmişti. Gündelik hayatta karşılaştığım zorluklarla geçmişte başka yazarların da karşılaşmış olduğunu bu iki ülke deneyiminden biliyorum artık. Savaş zamanlarının yazarı olmak ve bu savaştan bir edebiyat yaratmak, zorlukları peşinen kabul etmek demektir.
Kitabınızda “Türkçe edebiyatın barışa bir katkısı olmadı” diyorsunuz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?
Türkiye’de edebiyatçılar toplumsal gerçeklikle bağını kopardı. 40 yıllık savaşa en mesafeli duran kesimlerden biri de edebiyatçılar oldu. Roman, öykü, şiir yazanlar canımızı yakan Kürt dağındaki bu savaşla ilgilenmediler. Yaşadıkları ülke Türkiye olmasına rağmen İskandinavya’da yaşıyormuş gibi yaptılar. Dünya edebiyatı deneyimlerinde böyle mi oldu? Normalde siyasi altüst oluşların yaşandığı bir yerde, edebi eserlerin öne çıkması lazım. İnsanların canını yakan, ülkeyi yaşanmaz kılan savaş gibi bir konuda yazarlar sözünü söylemeyecek de kim söyleyecek? Yazarlar savaşlara son veremezler, ama savaşı teşhir edebilirler. Yazarlar tarafından teşhir edilmemiş bir savaş son bulmaz!
Kitapta “Yüzleşerek yazmak” başlığı altında “Edebiyat sanat özü itibariyle barışçıldır.” diyorsunuz
Evet, Edebiyatın, sanatın barışçıl olması gerekir özü itibarıyla. Türkiye’de bu böyle olmadı. Özellikle edebiyat, soğuk savaş döneminin reel sosyalist etkilerinden kurtulamadı. Solun sevdiği şiir ve romanlar bilmedikleri ve daha önceden görmedikleri bir devrimin güzellemeleriyle doludur. Bir ülkenin insanları, barışı da savaşı da romanlarından, şiirlerinden okur, tanır, hisseder. Türkçe edebiyatta henüz böyle eserler yazılmadığı için ülke olarak da barışın bir yerinde değiliz.
Son soru olarak geçmişle yüzleşmenin neresindeyiz diye sorsam ne dersiniz?
Geçmişle yüzleşememe hâliyle karşı karşıyayız. Bu ertelenmiş hâl, iyi olmamızı geciktiriyor. Yüzleşmek için yanlış kabuk bağlamış yaralarımızı kanatmamız gerekiyor. Yaralarını özenle korumak çoğumuza daha iyi geliyor olacak ki, kimse inandığı hikayesinden vaz geçmek istemiyor. Yeni bir hikâye bulamama korkusu geçmiş hikayeleri tekrar etmemize neden oluyor. Bunda mahalle baskısının önemli bir rolü var. Mahalleler günahlarıyla yüzleşenleri değil, yanlışlarıyla dik duranları seviyor. Oysa insanlığın J. J. Rousseau’ya olan sevgisi üç yüzyıldır sürüyor. Çünkü bu bilge insan, günahlarını bir papaza değil, tüm insanlığa itiraf etmiştir. Bizde günahlarını itiraf edene “hain” diyorlar. Kimse mahallesinde “hain” olmak istemediği için hep birlikte geleceğe ihanet ediyoruz.
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2021)