Söyleşi: Serkan Parlak
Doç. Dr. Ayten Zara ile Nemesis Kitap etiketiyle yayımlanan son kitabı “Ruhu İyileştirmek” hakkında görüştük.
Ayten Hanım, yeni kitabınız Ruhu İyileştirmek geçtiğimiz günlerde Nemesis Kitap etiketiyle okurla buluştu. Kitabınızı yazma sürecinizden biraz bahsedebilir misiniz?
Henry David Thoreau, “Yaşamak için ayağa kalkmadıysan, yazmak için oturmak ne kadar boşuna,” demiş. Kitabı, babamın 2008’deki ölümü sonrasında yazdım. Uzun zaman aldı yazmak. Çok gördüm, yaşadım, zaman buldukça yazdım. Aslında anlatacak çok fazla yaşantı, hatıra ve söz vardı. Ama yapamadım. Hayat zaten zor, insanı istemediği halde çok fazla keder ve şiddetle karşı karşıya, okurların yazdıklarım aracılığıyla acı ve keder yaşamalarını istemedim.
Gerek kendi ülkemde gerek dünyanın sefalet çeken öteki ülkelerinde hep acıyla karşılaşıyorum. Yazarken tanık olduğum şiddet, acılar ve buna maruz kalan çocukların varlığı beni derinden yaralıyor. En çok zorlandığım konu yoksulluk ve açlıktan çocukların fuhuş, kölelik sektörüne sürüklenmesi, bu sektörde sömürülmesi ve bu sektörün gün geçtikçe büyümesi. Hiç kimse bedenini satıp karnını doyuracak kadar yoksul olmamalı, insanlar küçük bedenleri satın alarak rezil olmamalı.
Kitabınızın adı Ruhu İyileştirmek, peki ruhu iyileştirmek gerçekten mümkün mü?
‘’Ruh, insanın ruhsal organıdır…’’ bedenimizdeki öteki organlar gibi çalışmayabilir, hastalanabilir ve bozulabilir. Hastalık ve travmaların kuşaklar arası genetik olarak aktarılması, zorlayıcı ve tehdit edici yaşam koşulları ruhumuzu zedeleyebilir, yaralayabilir, bizi hasta edebilir. İyileştirmek mümkün elbette. Yaralı ruha iyi gelecek en iyi şey kendimize, yakınlarımıza vereceğimiz sevgi ve şefkat olabilir.
Öğrencilerinizle sohbetleriniz kitabınızı yazarken ilham kaynağınız oldu mu?
Öğrencilerimin yalnızca kitaplardan okuduklarıyla değil, hayatın içinden gelen insanları tanıyarak ve insanlığa katkı sağlayarak gelişmelerini çok istedim, bu yüzden birlikte saha çalışmaları ve şiddeti önleyici projeler yaptık. Bunlar bizim dersimizin her zaman bir parçası ve öğretisi. Ben onlardan, onlar benden ve yaşadıklarımızdan çok şey öğrendik. Gençlerin aklına ve fikrine çok inanırım. Çocuklar ve gençler geleceğe gönderilen mektup sözleridir. Onlar benim yüreğim olur, ben de onların gözü ve sözü olurum.
Klinik psikolog ve akademisyen olarak meslek hayatınız boyunca karşılaştığınız sorun ve sorumluluklardan, iyi ve kötü anlardan bahsedebilir misiniz? Neden bu mesleği seçtiniz?
Benim nazarımda sürdürülmesi gereken tek bir savaş vardır o da insanlığı yok eden “kayıtsızlığa”, “duyarsızlığa”, “vicdansızlığa” karşı savaş. Ruh sağlığı alanında çalışanlar insanlığın en yüksek yararı için çalışmalar yapma, insana karşı şiddeti önleme, insanlığın acısını azaltmak için emek verme sorumluluğuna sahibiz. Çocuklara adaletli, barışçıl, onurlu bir dünya bırakma borcumuz var, ödemek için her daim çalışmalıyız. Yaşar Kemal’in dediği gibi gövden kadar değil yüreğin kadar yer kaplarsın bu dünyada. Altı çocuklu, yoksul, Türkmen ve Alevi bir ailenin beşinci kızıydım. Babamın ve annemin yaralı çocukluğu, işçi ve Alevi bir aile olarak dışlanmamız, ablamın maruz kaldığı aile içi şiddet, bu şiddetin aileyi derinden yaralaması, sonuçta bütün bunların bende yarattığı çaresizlik bu mesleği seçmemde rol oynadı. Önce kendime yardım ettim ve iyileştim, uzun zamandır başka insanlara yardım etmeye çalışıyorum.
Kitabınızda gündeme sık sık gelen bir konu olan çocuk istismarlarından söz ediyorsunuz. Sizce ne gibi önlemler alınmalı, nasıl bir bilinçle hareket edilmeli?
Bir toplumun şiddete maruz kalan, tecavüz edilen çocukları, işçi çocukları, sokak çocukları, dilenen çocukları, evli çocukları, çocuk anne babalar varsa o toplumun refahından ve gelişmişliğinden bahsedemeyiz. Böyle bir toplum mutsuzdur. Elbette bütün dertler üzücüdür ama bir çocuğun acısının yanında az kalır. Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde çocuklarla ilişki kurma pratiklerimizi gözden geçirip şiddetten, baskıdan arındırmamız gerekir. Çocuğa yönelik her türü şiddete karşı toplumsal direnç ve ortak vicdan geliştirmek, bu amaçla kampanyalar, eğitimler yapmak gerek.
Kitabınızda travma hafızasını “dayanılmaz seslerin, kokuların, görüntülerin ve şiddetli duyguların mekânı” şeklinde açıklamışsınız. Yaşadığımız travmalar ve bunların hayatımıza etkileri oldukça ilginç bir konu.
İnsanlık tarihine baktığımızda insanla insan olmayanı gösteren, kalbimizi lime lime eden nice kırımlar, savaşlar ve katliamlar var. İnsanın kendi içinde kıyamet kopunca bir nefret ideolojisini hayata geçiriyor. Öyle ki tıpkı geçmiş kırım ve katliamlarda olduğu gibi insanlar acımasızca örgütlü bir şekilde kıyıma uğratıyor nefret ettiği insanları. Yüzyıllar geçse de bu nefrete maruz kalmış insanların torunları taşıyor ve yaşıyor şiddetin izlerini. Geçmiş travmalardan bağımsız, yeniden güvene ve sevgiye dayalı kişilerarası bağlılıklar geliştirebilmek travmanın çözülmesinin en hayatî kısmıdır. “Travmatik yaraları sarma”, “ilişki kurma” ve “yaşamı tekrar inşa etme” hislerine ulaşmak için travma öyküsünün ötekinin varlığında, bütün tanıklıklarıyla anlatılıyor olması gerek.
Kitabınızın alt başlığı Göz, Söz, Nefes. Bu sözü okuyunca her birimizin aklında kendi deneyimlerinden, kendi hayatından yola çıkarak farklı anlamlar canlanıyor. Peki Göz, Söz, Nefes’in sizin için anlamı nedir?
Tanık olup gördüklerimi (göz) dile gelen sözleriyle (söz) yaraları iyileştirmek için (nefes) yazdım bu kitabı. Görüp tanık olduklarımın sözü merhem olsun; yaralara, mutsuzluğa, anlamsızlığa şifa olsun.
edebiyathaber.net (29 Nisan 2021)