Ayfer Tunç’un “Aziz Bey Hadisesi” isimli kitabı Can Yayınları tarafından 2006’da basılıyor. Kitabın Can Yayınları’ndan olan ilk baskılarında beş farklı öykü daha yer alırken, dördüncü baskıda (2014) bu öyküler çıkarılarak kitap tek öykülük olarak basılıyor. Kitap Faruk Duman tarafından yayına hazırlanıyor. Kitabın kapak tasarımı ise Utku Lomlu tarafından yapılıyor.
Kitabın yazarı Ayfer Tunç 1964 Adapazarı doğumlu. Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdikten sonra 1989 yılında ilk öykü kitabı “Saklı” yı çıkarıyor. Diğer öykü kitapları Taş-Kağıt-Makas, Mağara Arkadaşları isimli öykü kitaplarıdır. Sait Faik’in öykülerinden TRT için yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu 2002’de, Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarladığı 72. Koğuş adlı senaryosu 201O’da çekiliyor. Yazarın diğer eserleri, Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek, Kapak Kızı, Evvelotel, Mağara Arkadaşları, Ömür Diyorlar Buna, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, Yeşil Peri Gecesi, Suzan Defter, Dünya Ağnsı, Kırmızı Azap, Aşıklar Delidir Ya da Yazı Tura, Osman, Belki Varmış Belki Yokmuş, Duvarların Arkasında Cadde-i Kebir’in İçyüzleri’ dir.
Kitap Zeki Bey’in Aziz Bey’i tartaklayarak dışarı atmasının kısa anlatımla başlıyor. Bu olaydan sonra Aziz Bey evine gidiyor. “Üç günün sonunda İçinde acı çeken ruh süzülerek dışarı çıktı. Pek az kalpte sevgiyle yad edilecek bir iz bırakmış, çırpıntılı bir ömrün sonuna geldi, huzura kavuştu” cümleleriyle Aziz Bey’in ani ölümüyle, karşılaşıyor okuyucu.
Eser Anton Çehov’un Memurun Ölümü öyküsünde olduğu gibi bir neden sonuç ilişkisi aratıyor okuyucusuna. Ayfer Tunç’un novellasında daha ilk sayfadan kahramanın ani ölümüyle karşı karşıya geliyor okuyucu. Geri kalan her sayfayı bu ölümü açıklayacak ipuçları arayarak okuyoruz. İlerleyen sayfalarda bu ölümün hiç de ani olmadığını, Aziz Bey’in yüreğinin, Yürek Usulca Pas Tutar şiirindeki gibi (Işıl Özgentürk’ün Küçük Sevinçler Bulmalıyım) usulca pas tuttuğunu hissediyoruz.
Sonraki sayfalarda serim başlıyor. Satırlardan Aziz Bey’in dramının Maryam’la başladığını, Aziz, Lübnanlı bir kıza aşık olduğunu öğreniyoruz, Maryam Lübnan’a gidince çektiği acıdan öleceğini sanıyor. Genç kadından gelen mektupla hayat bulup Lübnan’a yola koyuluyor. Sevgilisine kavuşup hayalindeki gibi üç gün yaşıyor ancak aniden ve sebepsiz bitiveriyor bu mutluluk. Aziz kısa sürede Maryam’ın onu sessizce ve pek de umursamadan terk etmiş olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalıyor. Maryam’ın onu sevmediğini anlıyor, aldatılmış hissediyor. Yazar burada Aziz’in ruh halini anlatırken okuyucuya ileriki sayfalara yönelik kopya veriyor. “Buna benzer bir hale ömrünün sonunda bir kez daha düştü Aziz Bey. O zaman da uyumak ve uyandığında hayatının acı veren o safhasının hiç olmamış olduğunu görmek istemişti. Ömrünü pişmanlıkların damgaladığı bir yığın insan gibi…”
İşsiz, arkadaşsız ve parasız kalıyor Lübnan’da Aziz Bey. Tam o sırada bir tesadüf eseri Türkiye’den Beyrut’a göç etmiş Toros’la tanışıyor. Toros ona hayata tutunma gücü veriyor. “Yurt özlemi o anda ikisini birleştirmiş sanki kan kardeşi kılmıştı. Aynı sokaklarda yürümüş, aynı trenlere binmiş, aynı kızlara laf atmış, aynı kelimelerle küfretmiş olmanın getirdiği ezik bir ortaklık duygusu içindeydiler”. Aynı coğrafyadan insanların birbirine tutunmasını dile getirir yazar satırlarında.
Şafağı 99, 98, 97. . değil, I, 2, S, 56, 73, 144 diye sayıyor, çünkü ne zaman biteceğini bilmediği bir şafağı var Aziz’in. Sevdiğine kavuşunca dönmeyi düşünebilecek. Gemi parasını denkleştirip ülkesine dönemeyişinin ardında bir gün Maryam’la karşılaşıp olanı biteni anlama isteği var. Ancak ümidi tükenince İstanbul’a dönmeye karar veriyor.
Evine döndüğünde, evi terk ettiği gece annesinin hayatını kaybetmiş olduğunu halasından öğreniyor. Babası onu hiçbir zaman affetmiyor. Bu yaranın acısını bastırmakla, yaradılışındaki dik başlı ve kibirli duruşu abartmakla, ona genç yaşında ağır bir darbe indiren hayata karşı küstah durmaya çalışmakla geçiriyor ömrünü.
Döndükten sonra yaşama sevincini yitiriyor. Bir yığın işe girip çıkıyor. Annesinin ölümüne sebep olduğuna inanan halasının evinde fazla duramıyor. Karanlık ve dar bir sokağa bakan ağır bir rutubet kokusunun tüm eşyalara sindiği bir pansiyon odasında yaşarken ne kadar yalnız olduğunu düşünüyor, kederleniyor.
Hayatta tek bildiği şey tambur çalmak olduğu için meyhanelerde çalmaya başlıyor. Tamburi Aziz Bey diye nam salıyor. Bu arada babasıyla barışma çabaları sonuç vermiyor ve babası kendisiyle küs olarak hayata veda ediyor. Babasının, yepyeni kalmış takım elbisesini, bir çift pabucunu, okuma gözlüğünü ve fötr şapkasını kullanmak üzere kendine ayırıyor. Bu kıyafetlerle programına çıkarken kendisini babası gibi hissediyor, bu kıyafeti giymeye devam ettikçe babasıyla barışıyor. Orta yaşlı yakışıklı bir adam olan Aziz bey, bitmemiş satılık bir kostümün tadilatı sırasında Vuslat’la tanışıyor. Hayatında can yoldaşı olacak bir kadının yokluğunu çekiyor Aziz.
“Bu biri acaba Vuslat olabilir miydi? Aşık olacak, kapris çekecek, ortak hayatlarını bitmeyen istekler manzumesine çevirecek bir kadının gönlünü eyleyecek hali de, arzusu da yoktu. Öylesine bencil düşünceler içindeydi ki ancak Vuslat gibi sessiz, silik, dikkatle bakılmadıkça görülmeyen, varlığına ihtiyaç duyulmadıkça ortaya çıkmayan, o konuşursa dinleyen, sorarsa cevap veren, kısacası hayatını alabildiğine kolaylaştıracak bir kadınla yaşayabileceğini düşünüyor, dahası böyle bir kadın istiyordu.”
Vuslat’a evlilik teklifi yapıyor Aziz. “Abileri iş olsun diye “Bir çalgıcıya kız vermeyiz,” diye itiraz ettilerse de, Vuslat ömründe ilk kez inat ediyor. “Evleneceğim,” diye tutturuyor. Bu inadı babasını da, teyzesini de çok şaşırttı.” Sade bir törenle evleniyorlar. Bu aşırı sadelik Vuslat’ın içini burkuyor ama Aziz Bey’le evlenmiş olduğuna bir türlü inanamadığı için, pek fazla da aldırış etmiyor. Ancak, bu evlilikte, seven tarafın sadece kendisi olduğunu anlaması uzun sürmüyor.
Aziz bey birkaç gazinoda birden programa çıkıyor, turnelere gidiyor, hayatından türlü kadınlar geçiyor, masalar kuruyor, dağıtıyor, nağmelerin içinde sarhoş oluyor böylece uzak ve sıcak bir şehirde ezik, mahzun, kederli bir halde geçirdiği zamanları ve Maryam’ı unutuyor. O dışarıda, durmadan havaya kaldırılan rakı kadehleri, musiki ve kahkahalar arasında kendinden geçerken, Vuslat evde, odanın uzak bir köşesinde yanan abajurun yüzünde yarattığı koyu gölgelerle pencerenin önünde oturuyor, Haliç’in kirli sularına yansıyan kırık dökük bir ay ışığına bakarak, kendi hayatını düşünüyor ve kederleniyor.
Böylece uzun yıllar geçirip ikisi de yaşlanıyorlar. Vuslat kırgın bir kalbi taşımaktan yorgun düşüyor. Aziz Bey’in zirve yılları bitiyor. O debdebeli hayat geride kalınca Aziz Bey’in şarkılı, çalgılı, uzun ve neşeli bir renkli filme benzeyen hayatı, siyah beyaz ve silik bir fotoğrafa dönüşüyor, durgunlaşıyor. Aziz Bey, Vuslat’taki gönül kırıklığını bir ara sezer gibi oluyor, işler azaldığı için gidecek bir yeri kalmayınca dikkati karısının üstünde yoğunlasıyor. Vuslat’ın çizgiler arasında kaybolmuş haleli gözlerinde keder görüyor, karısının saçlarının beyazlamış olduğunu fark ediyor. Karısı o anda gözüne hem çok yakın hem de hiç görmediği kadar yabancı görünüyor. Eşi ona annesini hatırlattığı an kendisinin de babasına ne kadar benzediğini fark ediyor. “Hiç farkına varmadan babası olmuştu. Kalbini karısına açmayan, evinin dışındaki hayatı evinin içindekinden daha önemli bulan, evdeki yürek sızılarını anlamayan, anlasa da umursamayan, çehresi daima asık, sesi daima gür ve azarlamaya hazır babası.”
Karısını evin içinde kaybettiğini, Haliç’e bakan pencerenin önündeki koltukta unuttuğunu düşünüyor. İçinden neler geçtiğini hiç merak etmediğini farkediyor.
Bu düşüncelerinden meyhane sahibi Zeki’nin gururunu okşayan teklifiyle uzaklaşıyor. Hakkı olduğuna inandığı saygınlığa yeniden kavuşuyor. Kendisine üstat denilmesinden hoşlanıyor. Ama bu süreçte, Vuslat bekleyişten çoktan vazgeçiyor. Artık hiçbir şeyi beklemiyor, sadece yılların verdiği bir alışkanlıkla, pencerelerinden ışık sızan evlere bakarak, yaşandığını sandığı mutlu hayatlara imreniyor.
Aziz Bey’in işlerinin tekrar kötüye gitmesi aklına Vuslat’ı getiriyor. Karısını tanıdığından beri ilk kez özlediğini hissediyor. Bu hal, ona yaşlanmakta olduğunu düşündürüyor. Artık kendini dışarıdaki hayata o kadar da ait hissetmiyor, eskisi gibi ayak uyduramıyor, bütün o neşenin, gülüşlerin, şarkıların ayyuka çıktığı coşkulu masalar yerine, huzurlu bir sessizliği tercih ediyor. Tamburunu kavrayıp. Eve gidip Vuslat’a en sevdiği şarkıları çalmaya karar veriyor. Vuslat’ın en sevdiği şarkıyı bilmediğini ona hiç tambur çalmadığını, aklından geçiriyor. Ve eşine çalmak için bir şarkı seçiyor yaşlı adam. Ancak eve gittiğinde eşini hasta buluyor. Değerini geç anladığı bu varlığı kaybetmekten çok korkuyor. Hep aynı şarkı geçiyor aklından. “Geç buldum, çabuk kaybettim hicran oldu hayat bana . .” Aslında Vuslat’ı kaybetmek kadar yapayalnız kalmaktan da korkuyor.
Yorgun bir ömrün son birkaç haftasında Aziz Bey’in elinden gelen özen, titizlik ve sevecenlik Vuslat’ı kurtarmaya yetmiyor, Vuslat ölüyor. Aziz Bey onun yaşamak için çaba göstermediğini belli belirsiz hissediyor ve kahroluyor. Vuslat’ın nefesinin hafiflediği, ölüme yaklaştığı her an, aklından hep aynı soru geçiyor: “Beni sevdiğine pişman oldu mu?” Sonra kendi nasıl Maryam’ı sevmekten pişman olmadıysa Vuslat’ın da kendisini sevmekten pişman olmayacağına kanaat getiriyor. Vuslat’ın cenaze töreninde duygusallaşıyor. “Her şeyi, herkesi kaybetmişti. Bütün bu kayıplar arasında en acısının Vuslat olduğunu hissetti. Bu boşluğu doldurabilecek hiçbir şey yoktu. Oysa Vuslat’ı hep bir gölge, loş bir ışık, duvarların renginde kaybolan bir eşya gibi görmüştü. Ortadan kaybolsa da yokluğu anlaşılmayacak kadar sıradan bir eşya… Sevmek için zaman bulamamış, daha doğrusu hiç aramamıştı.”
Acısını yüreğinde çoğaltmaktan zevk alan Aziz bu hüzünlü halini tamburuna yansıtıyor. Bir gecesi bir gecesine uymayan bu sıradan meyhanenin değişken müşterileri Aziz Bey’in ağır aksak, fazlasıyla kederli şarkılarından bunalmaya başlıyorlar. Ancak yaşlı adam müşterilerin onun acısına saygı olarak bu hüzünlü parçalara ilgi göstermelerini bekliyor. Bu nedenle Zeki’nin meyhanesi müşteri kaybetmeye başlıyor.
Aziz Bey eşinin resimleri ile avunmak istiyor. Kendini deniz kenarlarında, geniş caddelerde, üstü açık arabalarda, lüks restoranlarda, ünlü şarkıcıların arasında, çalarken, içerken, gülerken, eğlenirken, konuşurken gösteren bu fotoğrafların arasında nikahlarında çekilmiş birkaç soluk fotoğrafın dışında Vuslat’a ait hiçbir şey göremiyor.
Müşteri kaybeden ve meyhanesinin adı Gamlı Meyhaneye çıkan Zeki bu duruma oldukça öfkeleniyor. Aziz Bey’e artık daha neşeli parçalar çalmasını söylüyor. Ancak Aziz Bey bunu gurur meselesi yapıyor. “Ben bu musikiyi iki paralık sarhoşlara yem etmem Zeki” diyor. Zeki kendinden yaşça oldukça büyük bu adamı direk kovamadığı için yüz vermemeyi, haftalığını geciktirmeyi deniyor ama fayda etmiyor. Aziz Bey işine devam ediyor. Hastalanmasını fırsat bilip, “Dükkana gelip de hiç kendini yorma. Ben senin oğlun sayılırım. Sana bakmak benim boynumun borcu. Dükkanımı zirveye çıkardığın günleri unutacak değilim.” diyerek Aziz Bey’in meyhaneye gitmesini engellemeye çalışıyor Zeki.
Aziz Bey’in hastalığı sırasında meyhane yeniden iyi işlemeye başlıyor. Ancak Aziz Bey’in iyileşip gelmesiyle bu akış bozuluyor. Yaşlı adamın müşteriye saygısızlık ettiği bir gece Zeki, Aziz Bey’in üzerine atlayıp onu meyhaneden dışarı atıyor. Aziz Bey’i ölüme götüren süreç de tamamlanmış oluyor.
Değerli yazar Ayfer Tunç bu novellasıyla ben merkezli bir insanın psikolojisini değerlendirirken, bir tamburinin yaşamını detaylarıyla okuyucuya hissettirmeyi başarıyor. Karşılıklı ilişkilerin değerlendirilmesi açısından tekrar tekrar okunacak bir kitap Aziz Bey Hadisesi.
Zeynep Yenen – edebiyathaber.net (2 Eylül 2021)