Söyleşi: Elif E. Akşit
Ocak ve Şubat aylarında Ankara’nın eski ve popüler barlarından, üzerine çekilmiş bir uzun metrajli film olan Siyah Beyaz’da Naz Yeni’nin yönettiği ve SinemaKavram ile işbirliği yaptığı bir Casablanca oyunu vardı. Nisan ayında da birkaç kez oynayacaklar. Yer yer filmden sahnelerin, yer yer filmin 2. Dünya Savaşı etkisindeki sosyo politik çerçevesinin anlatıldığı, dönem görüntü ve haritalarının yansıtıldığı oyun, ölümünün 20.yıl dönümünde, tiyatro alanındaki oyun çevirileri ve kaynak kitaplarıyla tanınan Aziz Çalışlar‘ın anısınaydı. Çalışlar bu senaryoyu da Türkçeye çevirmiş ve editörlüğünü yaptığı bir kitap serisi içinde yayınlamıştı. Genç ve deneyimli oyuncuların bir arada yer aldığı, yönetmenin de dönem şarkıcısı olarak iki şarkı söyleyerek bağlamı sağlamlaştırdığı bu mekana özgü oyunda seyirciler de kendini hem oyunun içinde hem de böylece ilk gösterimin yapıldığı 1942 yılında hissetti.
Filmin senaryosu: Julius J. Epstein, Philip G. Epstein, Hoard Koch
Filmin senaryosu: Julius J. Epstein, Philip G. Epstein, Howard KochFilmin senaryosu: Julius J. Epstein, Philip G. Epstein, Howard KochTürkçeye çeviren: Aziz Çalışlar
Prodüksiyon ve Yönetmen: Naz Yeni
Oyuncular: Umut Toprak, Bengisu Takış, Barış Güler, Naz Yeni
Video & Görsel tasarım: Burak Kum, Alper Kocatepe
Metin düzenleme; Ulaş Temur
Kostüm tasarım: Funda Büyüktunalıoğlu
Makyaj: Dilek Alada
Elif E. Akşit Naz Yeni’yle oyun hakkında konuştu:
Bize biraz kendini tanıtır mısın, neredesin, neler yapıyorsun, neden Casablanca?
1994 yılından beridir İngiltere’deyim. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda oyunculuk okuduktan sonra Birmingham’da tekrar oyunculuk üzerine lisans üstü çalıştım. Daha sonra yedi yıl kadar oyunculuğa devam ettikten sonra, sahne sanatlarına, ki bu ciddi bir endüstri kabul ediliyor, on yıla yakın bir ara verdim. Bu süre içinde de kendimi tiyatro öğretmenliği alanında yetiştirirken, önce Dil Bilimi sonra da Eğitim üzerine iki ayrı yüksek lisans yaptım. Akademik kariyere yine tiyatro alanında doktora ile devam ederken de endüstriye bu sefer yönetmen olarak bir geri dönüş yaptım. 2011 yılından beridir yönetmenliğe, 2014’ten itibaren de oyunculuğa devam ediyorum. Tiyatro öğretmenliğine ise ara vermeyi kesinlikle düşünmüyorum çünkü beni bir sanatçı olarak beslediğini düşünüyorum.
Casablanca’nın senaryosunu dayım Aziz Calışlar Türkçe’ye çevirmişti ve kendisi rahmetli olduktan sonra onun anısına çevirilerinden birisini sahnelemek istiyordum. Mekana özgü tiyatro ile ilgilendiğim için de o eserlerin içinde Kazablanka‘nın bu amaca hizmet edecek bir potansiyele sahip olduğunu fark ettim. Yani eseri basbayağı kullandım ve kendi emellerime alet ettim. Sonuçta konuya veya filme duyduğum özel bir ilgi hiç bir şekilde yoktu. Ancak bir anda filmi farklı ve otantik bir mekanda canlandırma dürtüsü duydum. Bu iş için de Siyah Beyaz Bar biçilmiş bir kaftan olarak kendini derhal belli etti.
Bence bu bir insanın dayısı (ve belki daha çok da annesi ve anneannesi için) yapabileceği en güzel hediyelerden biriydi. Biraz da dayını anlatır mısın?
Açıkçası ben bunu bir hediye olarak hiç görmedim. Daha çok, sanki doğal bir süreç ve bir çeşit evrimleşme gibi geldi bana. Annemi pek düşündüm mü bilemiyorum ama anneannemi düşündüğüm kesin. Çünkü o kaybettiği evladının eserlerinin yaşamasını çok istiyordu ama ben de bunu bir görev olarak yapmak istemediğimi çok iyi biliyordum. Ancak ne olabilir diye düşünmekten de pek vazgeçmedim. Sonuçta aklıma bu fikir gelip de beni heyecanlandırdığını yani içimde bir yaratma dürtüsü oluşturduğunu görünce de epey rahatladım. Çünkü benim için artık tohum rahme düşmüştü. İlginç olan bir şey de oyunumuzu dayımın anısına, onun 20. ölüm yıldönümünde yapmamızın yanı sıra, Casablanca filminin ilk gösteriminin yapıldığı 1942 yılının da onun doğduğu yıl olması.
Aziz Çalışlar 1942-1995 yılları arasında yaşadı. Hukuk okuduğu halde, güzel sanatlara, felsefeye ve edebiyata duyduğu karşı konulmaz ilgiden dolayı kendisine çizilmiş yolu reddederek yazı yazmayı ve yazar olmayı iş edindi. Beni dayımla ilgili en çok büyüleyen şey, her bakımdan tamamen kendi kendisini yetiştirmiş olması. Yani gördüğü eğitim onu edindiği meslek için hazırlamamış olduğu halde tıpkı bu alanda okula gitmişçesine bir temel oturtmuş olması ve kendisini geliştirmiş olması benim için neredeyse insan üstü bir kararlılık. Çünkü bu tarz bir disipline sahip olan bir bakış açısının sonu gelmez bir uğraş ve bir yaşam biçimi olduğunu iyi biliyorum.
Dayımın hayatının son on yılında verdiği eserlerin çok büyük bir kısmı tiyatro alanındaki oyun çevirileri ve kaynak kitaplar oldu. Belki bu alandaki korkunç açığın farkında olduğu için, belki de gösteri sanatlarından tiyatronun hem yazılı hem de görsel yanının olması onun için önem taşıdığı için. Kendisi ile hiçbir zaman bu derinlikte oturup konuşamamış olmak da benim şimdi hissettiğim büyük bir eksiklik.
Genç oyuncularla çalışmak nasıldı? Daha önce yaptığın şeylerle bu oyun farklı mı? Seyircilerin niteliği de etkiledi mi bu durumu?
Genç oyuncular bir harika! Öncelikle özel olarak genç oyuncularla çalışmak gibi bir düşüncem yoktu. Ancak kendisini boş bir kanvas gibi projeye adapte etmeye istekli bir ekiple çalışmanın benim için en önemli şey olduğunu biliyordum. Belli de oldu ki, bu tarz bir yumuşaklık, deneysel olana yatkınlık, ensemble oluşturmak için şart olan isteklilik ve uyum onlarda zaten kendiliğinden var. Dolayısıyla da genç ya da gönlü genç, anlayışı genç, bakışı genç, yani yaşlanmamış, daha doğrusu eskimemiş ve katılaşmamış bir ekip olmak istedik.
Ekibin en genç oyuncusu Bengisu Takış 18 yaşında olmasına rağmen, kendisinden en az on yaş büyük olan ve de kayda değer bir hayat deneyimine sahip İlsa karakterini büyük bir olgunlukla canlandırdı. Barış Güler ise genç yaşına rağmen opera, tiyatro ve dans alanlarında çalışarak yaratıcılığını çok yönlü olarak kullanmak için büyük çaba göstermekte. Rick rolündeki Umut Toprak ise hem deneyimli bir oyuncu hem de gayet başarılı bir tiyatro yönetmeni olmasına rağmen, genç ve daha az deneyimli oyuncularla büyük bir uyum içinde çalışabilen son derece olumlu bir tiyatro insanı. Sonuç olarak, ekibimiz her bakımdan gençliğin verdiği heyecan ve canlılığa sahip olmayı hedefledi ve ben de bu ekibe dahil olmaktan büyük bir mutluluk duydum.
Daha önce yaptıklarımla bu oyun hem farklı hem de değil. Sonuçta mekana özgü oyun konusuna yeni değilim. Lady Macbeth’i oynadığım zaman Oxford’daki kolejlerden birinin bahçesinde ağaçlara ipden köprüler kurulmuştu, nehir kenarında ateşler yakılmıştı, ağaçlara tırmanıyor, çamurların içinde dolaşıyorduk. Ancak seyirci mekanın içinde olmasına rağmen oyunun dışında idi ve kendisine ayrılmış özel bir tribünde oturmaktaydı. Yani geleneksel tiyatrodan çok da farklı değildi bir oyuncu için. Biz yine sahnedeydik, yani oyuncular oyun yerindeydi ve seyirciler de seyir yerindeydi, sınırlar çizilmişti. Londra’da oynadığım başka bir oyunda ise grotesk bir çamaşırcı rolündeydim ve belediyeden yardım alan ailelerin oturduğu bir sitede, meydanın ortasında oynuyorduk. Oyun seyircinin hemen içinde olmasına rağmen sanki içinde olduğu mekanın farkında bile değildi. Yani meydanda olmuşuz olmamışız, arka bahçeye geçmişiz, yokuştan inmişiz, bunlar gelişi güzel bir fon oluşturuyordu. Casablanca‘da ise amaç oyunu mekan ile buluştururken aynı zamanda seyirciyi de mekan ile buluşturmak ve oyun ile seyirciyi de kurulan bu ortak bağ aracılığıyla tekrar buluşturmak. Yani üçlü bir etkileşim söz konusu burada.
Seyircilerin niteliği değil ama varlığı mutlaka etkiledi. İlk önce mekanı, yani barı bilen kişilerin daha çok hoşlanacağını düşünmüştüm. Sonuçta bu da herhangi bir bar değildi ve kendine ait bir kimliği vardı. Ancak oyundan sonra bu konuda fikrim değişti. Çünkü oyunla birlikte barın da kimliği değişmişti ve artık orası aynı yer değildi. Tabii kastettiğim yine oyunun çerçevesinde. Ve oyundan önce seyircilerin son derece erken gelerek sanki mekanı kendi başına deneyimleme isteği, benim için onların bu davranışından çok şey öğrenme fırsatı yarattı. Seyircilerin kim olduğu benim için bir oyuncu olarak zordu, sadece teknik nedenlerden dolayı. Fransızca ve Almanca söylediğim şarkılar nedeniyle bu dillere benden kat be kat hakim kişilerin seyirciler arasında olması beni elbette çok heyecanlandırdı.
Seyircilerin varlığının ise bu mekanı mekan yapan ve onu yaşatan en önemli unsurlardan birisi olduğu, ancak oyun bittikten sonra anlaşıldı. Yukarıda söz ettiğim seyircinin mekan ile kurduğu ilişki sonucu oyun ile bir ilişki kurması, oyunun seyirciler varken canlanmasına ve bambaşka bir hava almasına neden oldu. Öyle ki, daha önce provayı izlemesini istediğim kişilere şimdi asla provaya gelmemelerini söylüyorum. Çünkü provada görecekleri yaşamayan bir gösteri olacak.
Ben en çok Sam’i beğendim. Orijinal Sam bir yan karakter olmak için yaratılmış, o dönemin çoğu zenci karakteri gibi varolsa bile kadınsılaştırılmış, silikleştirilmiş biri. Film tekrar çekilse ilk değişen bu olurdu… Senin Sam’inse çok karizmatikti… Bunu bilerek mi yaptın, yoksa hem piyano çalan hem zenciye benzeyen bir oyuncu bulmak kolay olmadığından mı? Sam, son derece teknik bir seçimdi. İlk olarak bu rolü oynamasını düşündüğüm oyuncu arkadaşım, hem tiyatro hem de müzik alanlarında çok yönlü, deneyimli ve yaşı da çok genç olmayan birisiydi. Ancak başka bir oyunda olduğu için bu sezonu Ankara dışında geçirmesi gerekti. Öyle olunca, yine benzer yeteneklere sahip ama Sam rolü için aslında yaşının genç olduğunu düşündüğüm şimdiki oyuncumuzda karar kıldım. Yani, kesinlikle bilerek yapmadım. Hatta ortaya ne çıkacağını da hiçbir şekilde bilmiyordum. Belki de Sam nasıl olsa yan bir karakter diye kimliğinin üzerinde durmuyordum. Benim için o bir müzisyendi ve bu da yeterliydi. Böylelikle bu karakterin çok belirgin bir kimliği olmadan kendiliğinden ortaya çıkan kimlik gerçek bir özgürlük ortamının eseri olduğu için renkli oldu. Tabii bundan da büyük bir şey öğrenmiş oluyorum. Ama karakteri zenci yapamayacağımız için, yine benzer toplumsal anlamları ekleyebileceğimizi düşünerek Kazablanka’lı yani Fas’lı yapmaya karar verdik.
Oyunu hem yönetip hem de içinde oynamak büyük sorumluluk, bu nasıl bir tecrübeydi?
Felaket bir şeydi! Şaka bir yana, lisede bir oyunu hem yönetip hem de oynamak dışında daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım. Ama kararı çok ani vermek zorunda kaldım çünkü oynadığım şarkıcı karakteri aklımıza sonradan geldi. Öyle olunca ekibe istediğimiz gibi dahil olabilecek yeni bir kişinin araştırmasını yapma imkanımız olmamıştı. Haddim olmayarak ben yapmaya heveslendim. Aslında ben sadece Fransız milli marşını söyleyecektim ve bir başka şarkıcı da Almanca Lili Marleen’i. Ancak sonunda ikisi de bana kaldı. Pişmanım desem yalan olmaz ama artık şarkılarımı başkasına vermeyi de kesinlikle düşünmüyorum! Şöyle ki, oyunculuğa ara verdikten sonra geçen yıl birkaç kez sahneye çıktım ama esas ilgi alanım yönetmenlik olduğu için hiçbir şekilde oynamayı düşünmüyordum. Oysaki şarkıcı rolü benim için klasik bir karakter yaratmaktan farklı olacaktı ve sonuçta teknik olarak tüm odağım şarkı söylemek olacağı için beni heyecanlandırdı. Amma velakin, projenin bütünü açısından, bir yönetmen için gerekli olan enerjimin bir kısmını alarak beni daha eksik bir yönetmen yaptığını düşünüyorum. Yani yönetmenliğimin sorumluluğu oyunculuğumun sorumluluğu tarafından sekteye uğratılmış oldu sanki.
Şarkılardan biraz söz eder misin?
Şarkılar benim için çok önemliydi. Bir yerde Casablanca filminin ‘yeniden çal Sam’ repliği ve ‘As Time Goes By’ parçası ile özdeşleşmiş olması bunda mutlaka büyük bir rol oynuyor. Tabii bir de Sam’in yukarıda bahsettiğim gibi ‘müzisyen’ olarak çizdiğimiz rolü. Böyle olunca, Sam hep birşeyler çalsın ve söylesin istedim. Bu teknik olarak da oyuna yardımcı olacaktı, ister sahne araları, ister geçişler, ister de bağlantılar olsun. Bu yüzden mümkün olduğunca filmden parçalar seçtik. ‘Lili Marleen’ ise, 1. dünya savaşı sırasında çıkmış olmasına rağmen 2. dünya savaşı ile özdeşleşmiş bir şarkı, üstelik de birbiriyle savaşan ülkelerde. Dolayısıyla o dönemi çok güzel yansıttığını düşünüyorum. Son derece masum ve basit bir şarkı, gerek sözleri gerekse müziği açısından. Fransız milli marşı ‘Marseillaise’ ise tam bir ironi unsuru katıyor benim gözümde. Özgün metinde işgal edilmemiş Fransa toprakları olarak tanımlanan Kazablanka, Fransızlar’ın ‘özgürlük-eşitlik-kardeşlik’ söylemini alaşağı eden bir düzen içerisinde sunulmakta bizlere. Böylelikle de içi boşaltılmış bir sembol olarak daha çok önem kazanıyor. ‘As Time Goes By’a gelince onun ikonlaşmış yanı bizlere derhal mutsuz bir aşk hikayesini özetleyiveriyor. Bunun yanı sıra, Casablanca‘da üç ayrı kültürü bir arada görüyoruz. Çatışma halinde olan Alman ve Fransız kültürlerinin yanı sıra, yüceltilmiş bir Amerika hayali de var. Amerikalılar görünüşte sözüm ona tarafsız ama aslında taraflılar tabii ki, çünkü orası özgürlükler ülkesi kabul ediliyor. Bar’ın adı da ‘Rick’in Yeri’ zaten. Orada Amerikan değerlerinin hakim olduğuna her bakımdan tanıklık ediyoruz bir şekilde. İşte bu yüzden kullandığımız diğer parçaların da dönemin Amerikan şarkıları olması önem kazandı.
Film ekibi ile nasıl bir ortak çalışmanız oldu?
SinemaKavram, inanılmaz üretkenlikte bir ekip. Sürekli olarak birlikte film çekmenin verdiği güvenle yaratıcılıklarını çabucak harekete geçirmekte hiç zorlanmıyorlar. Ulaş Temur, zaten projenin gerçekleşmesi için bana aramakta olduğum inancı veren kişilerden birisi olduğu için film ekibini yönlendirmesi bizim için büyük bir kazanç oldu. Zaten amacımız mümkün olduğunca disiplinler arası bir çalışma yapmak olduğu için, hikaye anlatıcılığında gerek sözel gerekse görsel anlatım tekniklerini birbiri ile içiçe geçmiş olarak kullanmak istiyorduk. Bu konuda Burak Kum’un derlediği görüntüler, aslında hikayenin sahne aracılığı ile anlatmak istemediğimiz yanlarına incelikle değinmiş oldu, ki zaten biz de böyle bir bütünlük tasarlamıştık. Alper Kocatepe ise sahne hassasiyeti ile belki de hiç provaya ihtiyaç duymadan görüntüleri sahnedeki oyunun doğal bir parçası olarak seyirciye aktardı. Sonuç olarak sinemaya ait kabul edilen bir eseri canlı gösteriye uyarlarken de yine film ve kamera tıpkı canlı oyuncular kadar vazgeçilmez ögeler olarak ortaya çıkmış oldular. Ki bu da bizler için bu çalışmanın özünü oluşturan bir bakış açısı.
Tepkiler nasıldı?
Tepkiler müthişti! Şöyle ki, biz oyunun organik olmasını ve yaşamasını istiyoruz. Bu yüzden de, oynadık bitti, şimdi yine aynısını yapalım diye düşünmüyoruz; üzerinde çalışmaya devam etmek istiyoruz. Sonuçta amacımız kendimizce deneysel bir çalışma yapmak. Bu noktada da büyük tiyatro insanı Peter Brook’u referans vermeden geçemiyorum. Yani oyun seyirciye çıktıktan sonra kesinlikle herşey bitmiş olmuyor, sadece üzerinde yapılan çalışmanın farklı bir aşamasına geçilmiş olunuyor. Dolayısıyla seyirciden duyduğumuz herşeyi dikkate alıyoruz. Bizi bu çok heyecanlandırıyor. Buradan nereye gidebiliriz, ne yapabiliriz diye sürekli olarak konuşuyoruz. Seyirciler böyle bir deneyime nasıl tepki verdiler diye soracak olursak, son derece güzel ve tam istediğimiz tepkileri verdiler. Yani onlar da heyecanlandılar, kendilerini oyunun içinde hissettiler, mekan ile kurmuş oldukları ilişkinin farkına vardılar, ve bize oyunu nasıl yaşatacağımız ve ne yöne götüreceğimiz konusunda yol göstermiş oldular.
Söyleşi: Elif E. Akşit – edebiyathaber.net (23 Mart 2016)