Brecht 1938’de kaleme aldığı “Halkçılık/Halka Özgülük ve Gerçekçilik”[1] adlı bu yazısında 1933- 1947 yılları arasında “edebiyat olarak adlandırılmayı hak eden” yazınsal yapıtların Almanya dışında basıldığını ve okunduğunu belirler. Dolayısıyla, yurt dışında üreten ve okunan Alman yazarlar, halkçılık/halka özgülük istemi uyarınca, “birlikte yaşamadıkları bir halk için” yazmak durumunda kalmaktadır. Öte yandan, yazarlarla halk arasındaki “mesafe”, sanıldığı kadar büyümemiştir.
Halk ile yazarlar arasındaki mesafeyi büyülten “egemen estetik, kitap fiyatı ve polis” gibi etmenlerdir. Bütün bunlara karşın, mesafenin büyümesini “dışsal” bir şey olarak görmek yanılgı olur. Halka yakın bir tavırla yazmak, “hem daha kolay hem de daha ivedi” bir nitelik kazanmıştır; çünkü halk, “üst katmanından ayrılmıştır; halkı ezenler ve sömürenler halkın dışına çıkmıştır ve halka karşı kanlı bir savaşıma karışmıştır.” Brecht’in deyişiyle, “yan tutmak daha da kolaylaşmıştır.”
Ayrıca, “gerçekçi bir yazma tarzı istemi” de ivedilik kazanmıştır. “Egemen sınıflar daha açık olarak katmerli yalana başvurdukları için”, bu yazma tarzı “olağanlaşmıştır.” Hakikati söylemek, “daha ivedi bir görev” olarak ortaya çıkmaktadır. Acı çekenlerin oluşturduğu kitle büyümüş, “acılar ikiye katlamıştır.” Yığınların bu büyük acıları karşısında, “küçük zorluklar” gülünç görünmektedir.
Bu durumda halk, “artan barbarlığa karşı tek bağlaşıktır.” Yalnızca halktan bir şeyler “beklenebilir.” Dolayısıyla, “halka yönelmek” ve “onun dilini konuşmak” tek akılcı yoldur. Halkçılık/halka özgülük ve gerçekçilik parolaları “doğal olarak uygunlaşmaktadır.” Çalışan yığınların “edebiyattan gerçeğe uygun yansıtımlar beklemesi” olağandır. Edebiyat, çalışan yığınlar açısından “anlaşılır ve verimli”, kısacası, “halkçı/halka özgü” olmalıdır. Böyle olmakla birlikte bu kavramlar, “önce köklü olarak arındırılmak zorundadır.” Bu kavramların anlamlarının ve çağrışımlarının “tümüyle açıklığa kavuştuğunu, tarihsiz ve tek-anlamlı olduğunu sanmak” yanılgı olur. “Halkçı/halka özgü” sözcüğünün kendisi dahi “pek öyle halkçı değildir.” “Çılık” ekiyle biten kavramların kuşkuyla karşılanması gerektiğini belirten Brecht’in açımlamasıyla, “halkçılık kavramı kutsal, törensel ve kuşkulu bir tını” taşımaktadır. Bu kavramı “mutlaka gereksindiğimiz için, bu kuşkulu tınıyı duymazlıktan gelemeyiz.”
Halk kavramı özellikle şiirsel ürünlerde “batıl inanç uyandıracak şekilde” tasavvur edilmektedir. Bu ürünlerde halkın “değişmez özellikleri, kutsallaştırılmış gelenekleri, sanat biçimleri, töreleri, görenekleri, dinselliği, ebedi düşmanları, tükenmez güçleri vs.” vardır. Şiirde “eziyet edenler ile eziyet edilenler, sömürenler ve sömürülenler, yalancılar ve kendilerine yalan söylenilenler arasında tuhaf bir birlik” görülmektedir.
Brecht’in belirlemesiyle, “ulusallık/milliyet” (Alm. Volkstum) kavramıyla yapılan “birçok sahteleştirmenin tarihi, uzun, karmaşık bir tarihtir; sınıf savaşımları tarihidir.” “Geniş halk yığınları için sanat” anlamında kullanılan halkçı sanat, “uzun süre politikanın nesnesi olmuş olan ve artık politikanın öznesi olması gereken üretenlerin oluşturduğu kitle” için sanat demektir. Bu “halkın, güçlü kurumlar tarafından tam gelişiminin engellendiğini, yapay ve şiddete dayalı olan uzlaşımlarla susturulduğunu ve halkçı kavramının tarihsiz, durağan gelişimsiz” bir kavram olarak yaftalandığını anımsamak gerekir. Bu anlamıyla “ulusallık/ulusalcılık” kavramıyla “ilişkimiz olamaz ve onu alt etmek zorundayız.”
“Halkçı” veya “halka özgü”, gelişmeye yalnızca katılmakla kalmayan, “onu zorla ele geçiren, hızlandıran, belirleyen” halk ile ilgilidir. Bu bağlamda söz konusu olan halk, “tarih yapan, dünyayı ve kendisini değiştiren” halktır. Söz konusu olan “savaşan bir halk” olduğu için, “halkçı” veya “halka özgü” kavramı “savaşımcı bir kavram” olmak zorundadır.
Brecht’in söyleyişiyle, “halkçı” sözcüğü, “geniş halk yığınlarınca anlaşılır olan, onların anlatım biçimini alan ve zenginleştiren, konumlarını takınan, sağlamlaştıran ve düzelten, halkın ilerici kesimlerinin onun yönetimi üstlenebileceğini savunan, böylece halkın diğer kesimlerince de anlaşılır olan, geleneklerle bağlantı kuran ve onları ileri götüren, halkın yönetimi ele geçirmeye uğraşan kesimine şu anda yöneten halk kesiminin kazanımlarını aktaran” anlamı taşır.
Aynı şekilde “gerçekçilik” kavramı da arındırılmalıdır; çünkü “halk tarafından mirasın üstlenimi, bir mülksüzleştirme/el koyma eylemi içinde olmalıdır.” Yazınsal yapıtlar, “fabrikalar gibi, yazınsal anlatım biçimleri fabrikasyon reçete gibi üstlenilmez.” Edebiyatın “çok çeşitli örnekler sunduğu” gerçekçi yazım tarzı da en ince ayrıntısına değin, “nasıl, ne zaman ve hangi sınıf için kullanıldığı” gibi etmenlerce biçimlendirilir.
“Savaşan, gerçekliği değiştiren” bir halkı göz önünde tutarak, “anlatımın ‘sınanmış’ kurallarına, edebiyatın saygın örneklerine, ebedi estetik yasalara” tutunum kalınamaz. Var olan yapıtlardan zoraki olarak “gerçekçilik” çıkarılamaz; tersine “gerçekliği üstesinden gelinebilir bir şey olarak insan eline vermek için, eski ve yeni, sınanmış ve sınanmamış, sanattan veya başka yerlerden kökenlenen” her türlü araç kullanılmalıdır. “Belli bir dönemin belli tarihsel bir roman türünü, örneğin Balzac’ın veya Tolstoy’un romanlarını” gerçekçi olarak niteleyerek, “biçimsel, yazınsal ölçütler oluşturmaktan” sakınmak gerekir. “Gerçekçi yazma tarzı” sadece “ortamı olduğunda ve kişilerin ruhsal serilmemesi ortaya çıktığında her şeyi koklayabilmek, tatmak, duyumsamak” değildir; Brecht’in söyleyişiyle, “bizim gerçekçilik kavramımız uzlaşımlara karşı geniş, politik ve özerk” olmak zorundadır.
Brecht’in değerlendirmesiyle, Lukacs bu kavramı biraz “dar” tanımlamakla birlikte, “bazı dikkat çekici makaleleriyle gerçekçilik kavramının aydınlatılmasına” önemli katkı yapmıştır. “Gerçekçi” sözcüğü “toplumsal nedensellik bütününü ortaya çıkaran, egemen bakış açılarının egemenlerin bakış olduğunu teşhir eden, insani toplumun boğuştuğu ivedi zorluklar için en geniş çözümleri sunan sınıfın bakış açısından yazan, gelişmenin öğesini vurgulayan, somut ve soyutlamayı olanaklı kılan” anlamı taşır. Bu çok geniş alan daha da genişletilebilir. Önemli olan, sanatçıya “fantezisini, özgünlüğünü, mizah ve bulgulama gücünü” kullanmasına olanak tanımaktır. Bu bağlamda sanatçı “ne yazınsal örneklere bağlanıp kalmaya, ne de anlatımın çeşitli tarzlarını” kullanmaya yükümlendirilemez.
Ayrıca, “duyucu yazış tarzı, gerçekçi yazış tarzıyla özdeşleştirilemez”; çünkü “duyucu” anlayışla yazılmış yapıtlar vardır ki, gerçekçi değildir veya gerçekçi yazılmış yapıtlar duyucu değildir. Burada asıl araştırılması gereken, “eğer sonal etki olarak kişilerin ruhsal serilmemesi önemseniyorsa, öykünün en iyi şekilde sürdürülüp sürdürülmediğidir.” Gerçekçilik, “salt biçim sorunu değildir.” Balzac ve Tolstoy gibi gerçekçi yazarlar “kopyalanarak, gerçekçi olunamaz”; çünkü zamanlar değişmekte, biçimler “aşınmakta” ve çekicilikler yitip gitmektedir. Ortaya çıkan yeni sorunlar, “yeni araçlar” gerektirmektedir. Gerçeklik “değişmektedir” ve değişen gerçekliği “serilmemek için, serilmeme tarzı da değişmek zorundadır.” Yeni, “eskiden çıktığı için yenidir.”
Ezenler, “her zaman aynı tarzda” çalışmazlar ve her zaman “aynı tarzda” somutlaştırılamazlar. Onların algılamayı zorlaştıran çok sayıda yöntemi vardır; “ajanları, sanki işçiymiş gibi, ellerindeki nasırı gösterir.” Avcıyı, “ava dönüştürmek” için bulgulama gücü gelişkin olmalıdır. Halk, “dün neyse bugün o olmadığı için,” halkçı da “düneyse bugün o değildir.”
Hakikat türlü çeşitli yöntemlerle “suskunlukla geçiştirilebileceği” gibi, yine türlü çeşitli yöntemlerle “dile getirilebilir.” İnsana yakışmayan durumlara ilişkin “öfke” türlü çeşitli yollarla uyandırılabilir; örneğin, “öykülerin, kıyasların, fıkraların abartma ve küçültmeyle” anlatımı buna yardımcı olabilir. Hakikat veya gerçeklik, tiyatroda “nesnel ve fantastik biçimde” serimlenebilir. Oyuncular “hiç veya pek az makyaj” yapabilir; doğal görünebilir; “tuhaf maskeler” takabilir ve böylece gerçekliği anlatabilir.
Şu ilke tartışılamaz: “Araçlar, amaca göre sorgulanabilir.” Emekçilerin yaşamıyla ilgili hususlarda “cesur, alışılmamış şeyler” ile onların önüne çıkmaktan korkmamak gerekir. Sözüm ona “eğitilmiş, sanatı bilen” insanlar araya girip, “halk bunu anlamaz” der; ancak halk bunların “çürümüş” yaklaşımını “bir yana iter ve dolaysız olarak sanatçılar anlaşır.”
Başarısız “biçemlemeler yüzünden asıl önemli olanı ortaya çıkarmaya uğraşan ve soyutlama olanağı veren bütün bir serimleme biçemi” reddedilemez. Brecht’in anlatımıyla “işçilerin keskin gözü, natüralist gerçeklik yansıtmalarının yüzeyini yarıp geçer”; yüzeyin altındaki etkin olan “sosyal itici güçleri” arar. Bir yapıtın gerçekçi olup olmadığını belirleyebilmek için, her tekil durumda “yaşamın serimlemesiyle bizzat serimlenen yaşamı karşılaştırmak” gerekir.
Halkçılık/halka özgülük kavramında da “biçimci” olunmamalıdır. Bir yazınsal yapıtın “anlaşılırlığı”, o yapıtın yalnızca “anlaşılan” diğer yapıtlar gibi yazılmasıyla sağlanamaz. “Anlaşılan” bu diğer yapıtlar da “kendilerinden öncekiler” gibi yazılmamıştır. Onların “anlaşılır olabilmesi için bir şeyler yapılmıştır.” Dolayısıyla, yeni yapıtların anlaşılabilmesi için de “yeni bir şeyler” yapılmalıdır. Salt “halkçı olma durumu” yoktur; “halkçılaşma” da vardır. Eğer “canlı, savaşımcı, gerçeklik tarafından tümüyle kavranan ve gerçekliği tümüyle kavrayan hakiki anlamda halkçı bir edebiyat” isteniyorsa, “gerçekliğin sürükleyen değişimine” ayak uydurmak zorunludur. Geniş halk yığınları, durumlarını değiştirmek istemektedir; “onların düşmanlarının telaşı ve kıyıcılığı” bunu kanıtlamaktadır.
Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (13 Nisan 2016)
[1] Bertolt Brecht: “Volkstümlichkeit und Realismus”; içinde: aynı yazar: “Schriften- Yazılar”; yayımlayan: Werner Mittenzwei, Aufbau-Verlag, 3. Auflage, Berlin/Weimar, 1981, s. 176- 185