O zamanlar çeviri yapardı babam. Sabah beni okula gönderir, geçerdi masasının başına. Okuldan döndüğümde onu masa başında bulurdum yine. Tuhaftı; herkesin annesi evdeyken benim babam evdeydi. Arkadaşlarımın evinde börekler çörekler vardı hep (ya da bana öyle gelirdi), biz babamla deneysel yemekler yapardık. Tuhaftı; benden başka hiç kimse babasıyla arkadaş değildi. Anımsıyorum, ben okuldan dönünce ara verirdi çalışmasına; günün olaylarını dinlerdi benden sabırla. Kim saçımı çekmiş, kim beni kıskanmış, kimin defterine çizik atmışım, kim ayağıma basmış… Evet, pek de hafife almazdı bunları. Anlayamadığım yorumlar yapardı, kimi sert bir sesle tartışmaya başlardı kimi kendiyle konuşan yapayalnız birinin zapt edilemez iğneleyiciliğiyle söylenirdi. Zorlardı ama kırmazdı beni; bilirdim, denk görürdü beni kendine, denk gördüğünü hissettirirdi. İlişkimizin kısa süren bir dönemiydi.
Çeviri yaptığını bilirdim ama çevirinin ne olduğunu bilir miydim acaba? En azından bunun bir zihin işi olduğunu biliyordum; yalnızlık, sessizlik ve dinginlik gerektiren zor bir iş olduğunu biliyordum. “Zihin işi” denenin ne kadar ıssızlaştıran bir şey olduğunu anlamıştım. “Asla” demiştim kendi kendime, “asla böyle bir iş yapmayacağım!” Yaşam gerçekten çıldırtıcı şakalar yapıyor insana!
Şimdi, kendim de “zihin işi” yaparken, babamı, babamın yalnızlığını ve – hâlâ her satırında gözlerimin önüne serilen – çaresiz öfkesini düşünmeden edemiyorum.
“Ben hep tamamen yalnız kalarak, herhangi bir insan olmadan zihinsel çalışmamı sürdürürüm sanıyordum, bunun yanılgı olduğu ortaya çıktı, ama gerçekten de birine gereksinimimiz olduğu da yanılgıydı, bu iş için bir insana gereksinimimiz var ve gereksinimimiz yok ve bazen gereksinimimiz oluyor bazen de olmuyor ve bazen oluyor bazen de olmuyor aynı zamanda, bu gerçeklerin en saçması şimdi, bugün gene kafama dank etti; birine gereksinimimiz var mı yok mu ve hiçbir zaman gerçekte neye gereksinimimiz olduğunu asla bilemediğimiz için mutsuzuzdur ve dolayısıyla istediğimiz ve bize doğru görünen anda zihinsel bir çalışmaya başlayamayız.”
Kimi insanlar için bir başkasına gereksinim duymak cehennemin kendisidir. Ve cehennem dışında hiçbir yerde yaşayamayacaklarını bilirler içten içe. İçteki cehennemi dışa yansıtarak katlanılır kılmaya çalışırlar; bir iletişim, bir dokunma girişimidir bu aslında: ‘Bak, ben bunu içindeyim; bir an olsun solu yaşamımı saran kükürt kokusunu!’ Bu girişim bir yandan yüceltir kendini bir yandan cehennemin insafına mahkûm eder yanaşan herkesi.
“Bir yandan bir diğerini yüceltiriz, öte yandan küçük görürüz onu ve durmadan yüceltiriz kendimizi ve küçük görürüz, kendimizi yüceltmemiz gereken yerde küçük görürüz ve kendimizi küçük görmemiz gereken yerde yüceltiriz. Ve gerçekten de durmadan yapmak istediğimiz şeyi yüceltiriz, aslında her zihinsel iş diğer bütün işler gibi ölçüsüz derecede yüceltilir ve dünyada hiçbir zihinsel iş yoktur ki her şeyiyle yüceltilen dünya onsuz yapamasın, aynen bu dünyanın onsuz yapamayacağı hiçbir insan ve dolayısıyla hiçbir şeyin olmayışı gibi, tıpkı cesaretimiz ve gücümüz olsaydı her şeyden vazgeçilebileceği gibi.”
Artık zihin işi demeyelim, metin diyelim adlı adınca. Metin işi yapan, benliğini öyle ya da böyle metin üzerinden inşa eden herkes yaşar bu kısır döngüyü. Metin – yazma eylemi – kimi zaman yazarına her şeyin üstünde olma duygusu verir kimi hiçbir şeyin çekemeyeceği kadar dibe çeker insanı. Ve geri kalan herkesi. İyi bir metin okur ya da iyi olduğuna inandığım bir metin kotarırım; her insan güzeldir o zaman. Hepsinin omzuna yakışır başım, elbette karşılık bulacaktır coşkulu kahkahalarım. Ya bir metinde takıldığımda… dizilmediğinde sözcükler, metnin doğmayacağı, doğamayacağı anlaşıldığında… Dünya bir zindan şimdi, rüzgâr açık yaralarımın izini süren amansız düşman; insanlar mı, bitmez kahır!
Şimdi, bunları babama sorsam diyorum… Oysa birbirimizin kötü okuruyuz nicedir; aynı sancıyı anlatırken bile yeni bir sancı salıyoruz bir diğerinin yüreğine. Sanki şu koca evrende bir noktaya sıkışmışız; bir metne saplanmışız (evet ya, Beton da bunu anlatmaz mı), çıkamıyoruz o kafesten dışarı.
“Çoğunlukla, sıkıca yapıştığımız noktadan, varolmayı sürdürmek için bütün gücümüzle bir anda başka bir noktaya kopmamız gerektiğinin farkına varamıyoruz.”
Sonra Bernhard’ın anlatıcısı, Rudolf’un, kopuşla varoluşu yan yana koyup attığı usul tokadı sindiriyoruz yüreğimizi ovalayarak; tam burada kırılganlık sözü alıyor (Sting, Fragile eşliğinde):
“Ne kadar da kırılganız diye düşündüm, ağzımızda büyük sözler geveler dururuz, her gün ve durmadan sağlamlığımızı ve aklımızı överiz ve bir anda devrilir ve ağlamamızı bastırmak zorunda kalırız.”
Kırgın adamlar, bitik insanlar durmadan betona çarparlar kendilerini; kimisi bir yaratımla seker duvardan kimi oraya gömer kendini. Böyle diyorum kendime. Artık babamdan mı kendimden mi yoksa Rudolf’tan mı söz ediyorum, emin değilim. Bernhard’ın Beton’da anlattığı çıkışsızlığın, bir açısını benden ve yaşamımdan alan bir dar üçgen kurduğuna eminim. Çünkü güçlü bir metin bunu yapar; gelir yaşamınızın ve geçmişinizin ortasına çöreklenir, onu yeniden ve yeniden yazar.
Ama Rudolf yazamaz; yazıyla arasında bedene bürünmüş bir engel vardır. Ablası mıdır bu, yaşam mıdır, Rudolf’un ta kendisi midir? (Yeri gelmişken, Bernhard metinlerinde abla/kız kardeş bunalımına ayrıca eğilmek gerekir: kız kardeşe bağımlılık, nefret; kız kardeşin tüm toplumu, diğerlerini temsili. Kız kardeşin kaçışı, gidişi ve parçalanma vb.) Kafasının içindeki cümleler yok olur kâğıtla buluşunca, kaybeder titrek dirimini düşünce.
“Cümleler bizi ürkütür, önce düşünce bizi ürkütür, sonra cümle, sonra cümlenin yazmak istediğimizde muhtemelen artık kafamızda olmayışı. Çoğunlukla bir cümleyi çok erken yazarız, sonra bir başkasını çok geç; cümleyi doğru anda yazmamız gerekir, yoksa kaybolur.”
Cümleler peş peşe kayboldukça yazının – ve bir anlamda yaşamın – belkemiğini oluşturan o coşku, o yaratım umudu önemsizleşir, önemsizleşmek zorundadır. Yazının çıkmazı, zihnin kendini ifade gücünden yoksunluğu benliği ve geri kalan her şeyi küçültür. Bitik Adam’da da benzer bir önemsizleştirme (ve elbette yüceltme) sancısından söz eder Bernhard:
“Düşünsel üretim yapan insanlar sık sık bunu önemsemediklerini söylerler, oysa çok sık önemserler, yalnızca açıklayamazlar, çünkü kendi deyimleriyle, böylesine bir varsayımdan utanıyorlar, yaptıkları işten, hiç değilse herkesin önünde utanmamak için işi daha önemsizleştiriyorlar…”
Önemsizleştirmek gibi yüceltmek de bir kaçıştır, saldırgan bir korkaklıktır aslında. Metnin yüce duvarlarıyla kendilerini çevreleyenler de sözcüklerin ve benliğin çıkmazında sancı içindedirler aslında. Evet, bu konuda söyleyecek bir iki şey daha var – hep olacak. Ama şimdi çok erken, belki çok geç… “cümleyi doğru anda yazmamız gerekir, yoksa kaybolur.”
***
2015’in son yazısını yazarken yukarıdaki çerçevenin dışına taşıp birkaç şey söylemek gerek; hele ki betondan söz ediyorsak. İçimizi betonlaştırmaya yetecek kadar kan, kıyım, acı ve yas gördük bu yıl; “kanımız bile doğru dürüst akmadı / bir sürü çocuğu öldürdüler.” Kanımız fazlasıyla aktı ve evet, çocukları öldürdüler; oyuncakları, umutları bile öldürdüler. Tam bu yüzden betonla savaşmalı! Tam bu yüzden yüreğe çöreklenen betonu kırmalı!
Sözcüklerle, dillendirilmiş sızılar ve isyanlarla; acıyı, umudu anlatan haykırışlar ve fısıltılarla!
Biliyorsunuz, ufacık bir yeşil yeter betonu kırmaya; ufacık bir fısıltı yeter umudu canlandırmaya!
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (24 Aralık 2015)