Böyle açılıyor José Saramago’nun Körlük adlı romanı.
“Sürekli olarak, her defasında aldatıcı gerçekliği yeniden kavramamızı sağlayan, hayal gücü, şefkat ve ironi ile sürdürülen kıssaları” ile 1998 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen José Saramago, kalabalıklar içinde giderek yalnızlaşan bireyler için “Mars’a gitmek komşuya gitmekten daha kolay görünüyor” demişti. Din konusundaki görüşleri nedeniyle eserleri sansürlenen Portekizli yazar, şair, oyun yazarı ve gazeteci Saramago’nun eserleri yirmi beş dile çevrildi. Yazarın Nobel Ödül Töreni konuşması da, tıpkı eserleri gibi, politik göndermeler içeriyordu. “Başka bir gezegene kaya yapılarını incelemek için aletler gönderme kapasitesine sahip bu şizofrenik insanlık, milyonlarca insanın açlıktan ölmesini büyük bir vurdumduymazlıkla karşıladı. Mars’a gitmek komşuya gitmekten daha kolay görünüyor. Kimse üstüne düşen görevi yerine getirmedi. Hükümetler çalışmadı, belki bilmedikleri için, yapamadıkları ya da istemedikleri için, ya da dünyayı gerçekten yönetenler istemedikleri için demokrasi idealinden tamamen uzaklaşmış çok uluslu ve çok kıtalı şirketler sahneye çıktı. Bizler de vatandaş olarak görevlerimizi yerine getirmiyoruz.”
Jose Saramago’nun en önemli eserlerinden sayılan Körlük (Ensaio sobre a cegueira), yazarın yazım şekline sadık kalınarak, yeni çevirisiyle Mayıs 2017’de Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yeniden yayımlandı. Kırmızı Kedi Yayınevi José Saramago’nun kitaplarını bütüncül, çarpıcı kapak tasarımları ve özgün dilden yaptığı başarılı çevirilerle yayımlıyor. Işık Ergüden’in son derece akıcı çevirisinin hakkını vermek gerekir, hele de Saramago’nun roman boyunca noktalama işareti olarak sadece nokta ve virgül kullandığını, hayli uzun paragraflarını, cümlelerini düşünecek olursak. Haliyle bu roman dikkatli bir okuru da talep ediyor.
Körlük, birdenbire toplumsal bir körleşme felaketine uğrayan insanların içine düştükleri kaotik dünyanın, insan eliyle giderek cehenneme dönüşünü, olan biteni görebilenlerin de başlarını kuma gömüp görmezden gelişlerini, yani insan aklının, ahlakının ve etik değerlerinin giderek yok oluşunu körlük metaforu üzerinden anlatan distopik bir roman. Felaketler, tehlikeler karşısında çöken, bencilleşen, ahlaki değer yargılarını yitiren insanlığın karanlık ve kötü tarafının romanı. Ahlak ve insanı insan yapan değerler elden gidince geriye ne kalır? Sadece çevreye uyumumuzu sağlayan, doğuştan gelen biyolojik davranışlarımız, yani içgüdülerimiz; açlık, cinsellik, üreme, korku, hayatta kalma güdüleri.
Kötü niyetli körler koğuşu şu anda yiyecek kasalarıyla dolup taşıyorken, buradaki bahtsızlar yerdeki pisliklerin arasındaki kırıntıları toplamaya mecbur edilmişlerdi.
Ahlaksızlar dört gün sonra yeniden ortaya çıktılar. İkinci koğuştaki kadınları hizmet vergisini ödemeye çağırmak için gelmişlerdi, oradan önce birinci koğuşun kapısında durdular, kadınların geçen geceki erotik saldırıdan sonra kendilerini toparlayıp toparlamadığını sordular, Müthiş bir geceydi, değil mi, beyler, diye haykırdı içlerinden biri, yalanarak, bir başkası onu doğruladı, Bu yedi kadın on dört kadına bedel. Doktorun karısı koğuşun dibinden seslendi, Artık yedi kişi değiliz, Biri tüydü mü yoksa, diye sordu gelenlerden biri gülerek, Hayır, tüymedi öldü.
Saramago’nun romanda ilk kör olan kahramanlardan birini “göz doktoru” olarak seçmesi de boşuna değil. Herkesin kör olduğu bir dünyada, gözleri görmez bir göz doktoru ne işe yarar ki? Roman boyunca empati ve kendi kendimizle yüzleşme becerilerimiz de sorgulanıyor. Hem kişisel hem de toplumsal felaketleri ancak kendi başımıza geldiğinde ve kendi hayatımızı tehdit ettiğinde daha iyi algılayıp içselleştirebildiğimizi göz doktorunun Doktor Bey, kör oluyorum galiba, diyen hastalarının korkusunu şimdi anlıyordu, sözlerinden çıkarabiliriz. Sinsice yaklaşan felaketlerin öncü habercilerini, işaretlerini fark etmekte de çoğu kez isteksiz davranıyor, başımıza geldiğinde de çok geç kalmış oluyoruz. İçinde yaşadığımız açgözlü ve kanlı dünyanın giderek sürüklendiği felaketlere karşı da çoğumuzun tavrı bu değil mi?
Körlük, her şeyi sular altında bırakarak önüne katıp götüren ani bir deniz kabarması gibi değil, binlerce çalkantılı dereciğin sinsice, toprağa yavaş yavaş sızdıktan sonra, aniden tamamını istila etmesi gibi yayılıyordu.
Saramago, bildiğimizin tam aksi bir körlük tanımıyla yerleşik kavramları sorgulayıp alt üst ediyor, simsiyah değil bembeyaz, süt beyazı bir denizde yüzmek gibi tasvir ediyor körlüğü. Ama en kötüsü sanırım insanların hayallerinin, hayal güçlerinin, hatta rüyalarının bile giderek körleşmesi. Kör adam o gece, düşünde kör olduğunu gördü.
Romanı okurken, içten içe tuhaf, sıkıntılı bir duyguya kapıldım, itiraf edeyim. Körlüğün bana da bulaşacağından korkmuş olabilir miyim? Kuşkusuz bunda Saramago’nun kendine has yazım şeklinin, çok seyrek kullandığı noktalama işaretlerinin anlatı boyunca körlük hissine eşlik etmesinin, körlerin yaşadıkları, duyumsadıkları gibi aktarmasının epey katkısı oldu. Belki körlük elimde tuttuğum romandan bulaşabilirdi ve romanın orta yerinde kör olan bir okuyucu kim bilir nasıl görünürdü. Ara ara gözlerimi kapatıp göz kürelerimi, pembemsi göz kapaklarımın ardında hissedince içten içe rahatlıyor, sonra gözlerimi açıp kaldığım yerden okumaya devam ediyordum. Tıpkı Julio Cortazar’ın tarif ettiği, o diken üstünde, yazarla aynı sancıları çekerek ve gerçekliği sorgulayarak okuyan yardakçı-işbirlikçi okur olup çıkmıştım ve giderek bu distopik dünyaya dâhil oluyordum. Neyse ki kimse kitabı nasıl okuduğumu görmüyordu, romandaki herkes kördü. Doktorun karısı hariç! Kuşkusuz romanın en ilgi çekici karakteri doktorun karısı ve en büyük acıyı aslında o çekiyor. Tüm olan biten çirkinlikleri, vahşeti görebildiği halde bu yeni görmeyen düzende görebildiğini gizlemek zorunda çünkü. Roman boyunca bir yandan kendi körlük sırasını korkuyla beklerken, bir yandan da insanlığın iyi tarafının, ahlakın ve vicdanın gözü oluyor. Gerektiğinde daha onurlu, insanca bir yaşam için cinayet işleyebilecek cesareti bile gösteriyor.
Doktorun karısı ayağa kalkıp pencereye gitti. Aşağıda çöple kapalı sokağa, haykırıp duran, şarkılar söyleyen insanlara baktı. Sonra başını gökyüzüne kaldırdı ve orasının bembeyaz olduğunu gördü, Şimdi sıra bende, diye düşündü.
İnsanlar başlarına gelen felaketlerde, hastalıklarda öncelikle bunun niye bir başkasının değil de kendi başlarına geldiğini sorgular, isyan eder, bazen inançlarını yitirir, sonra da sebeplerini araştırmaya koyulurlar. Sağa sola başvurup felaketlerine çareler arar, sonunda çoğu kez pes edip bu yeni durumlarını kanıksar ve onunla yaşamayı öğrenirler. Göz doktoru da öyle yapıyor. Önce körlüğün muayenehanesindeki hastalardan birinden bulaştığını düşünüyor, sonra bu duruma bilimsel bir açıklama getirmeye çalışıyor haliyle. Psişik körlük (agnosia), değişik türde bir kısmi körlük (amorosis) ihtimallerini aklına getiriyor, tıp kitaplarını karıştırıyor, benzer vakalar var mı diye literatürü inceliyor, bir meslektaşıyla konsültasyon yapıyor, nörolojinin ve sinir cerrahisinin esrarengiz alanlarına giriyor bu alışılmadık duruma bir açıklama getirebilmek için.
Körlük, herhangi bir ülkede herhangi bir zamanda geçiyor ve roman kahramanlarının isimleri yok. Saramago onları en betimleyici özellikleriyle adlandırmış; ilk kör, göz doktoru, doktorun karısı, hırsız, polis, koyu renk gözlüklü genç kız, eczacı kalfası, şaşı çocuk, gözü siyah bantlı yaşlı adam, yaralı adam, çavuş, kör muhasebeci, birinci yatakhaneden bir kör, ahlaksızların şefi, ahlaksız körler koğuşundaki yasadışı kazançların muhasebesini tutmakla görevli kör… Çürümüşlük ve bu yeni kaotik düzene uyum çabası roman kahramanlarının karakterlerini değiştirdikçe isimleri de değişiyor haliyle. Saramago okurlarına bir sürpriz yaparak romanda kör yazar olarak çıkıyor karşımıza. Tıpkı doktor gibi, o da geçmişte kalan gören dünyada yazdıklarını anlamsız bulmaya başlamış bir kör.
İlk kör olan bendim sanırım, dedi ilk kör, Korkunç bir şey olmalı bu, Yine aynı kelime, dedi doktorun karısı, Kusura bakmayın, hepimiz, ailem ve ben kör olduktan sonra yazdığım her şey gözüme bir anda çok gülünç göründü de, Neleri yazdınız, Çektiğimiz acıları, hayatımızı, Herkes yalnızca bildiği şeylerden söz etmeli, bilmediklerini de sormalı.
Romanın ilk bölümlerinde okuduğumuz körlük salgınının başlayışı, şaşkınlık ve panik hali, hükümetçe alınan acınası ve insanlık dışı önlemler, ilerleyen bölümlerde yerini eski gören dünyayı geçmişte bırakan insanlığın görmeyen dünyada yeni bir yaşam ve toplum düzenine hayli sancılı geçişini anlatıyor. Elbette her sömürü düzeninde olduğu gibi bu yenidünya düzeninde de iyiler, kötüler, ahlaklılar, ahlaksızlar, sömürenler, sömürülenler, açlar ve toklar var.
En kolay yapılan şeyin kötülük olduğunu herkes bilir.
Körlük, 2008 yılında Don McKellar’ın senaryosuyla sinemaya da uyarlandı ve Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterildi. Yönetmenliğini Fernando Meirelles’in yaptığı filmde, doktorun karısını Julianne Moore, göz doktorunu Mark Ruffalo ve ahlaksızların şefini Gael Garcia Bernal başarıyla canlandırsalar da, bazı romanların sinemaya aktarıldığında özünü ve ruhunu kaybettiğini düşünürüm. Bu özellikle Körlük için geçerli, çünkü romanın asıl başarısı ve evrenselliği içeriden, iç bakışla anlatımında, tarzının ve yazım biçiminin orijinalliğinde gizli. Kitapta tapındığım upuzun cümleler, satır aralarındaki gizli anlamlar, derin felsefe, kasıtlı kullanılmış deyimlerin ve sözcüklerin yarattığı kara mizah filme fazlaca yansımıyor. İsimsiz karakterlerin dışarıdan anlatımı ve ekranda görünmeleriyle zaten ta en başından körlük metaforu da bir bakıma anlamını yitirmiş oluyor.
Romanın sonunda ilk kör olan adamın gözlerinin yeniden görmeye başlamasıyla çürümüş insanlık yaşadıkları bu gerçeküstü durumu sorgularken, Saramago bizi bir sonraki Görmek romanına da hazırlıyor.
Hadi, sadece gören ve fark eden gözlerinizle değil, aklınız, kalbiniz ve vicdanınızla da okuyun Körlük’ü.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (12 Haziran 2017)