Hiç kimse diğerine başkasını gördüğü yerden bakamıyor. Her birinin bakışı, bakılan gözlerden başlayarak ve bakılan yerden giderek farklılaşan bir açıyla, bakılana ulaşıyor. Hiç kimse gördüğünü diğerinin gözünden göremiyor. Bakan gözün açısı görünenin görünme açısını oluşturuyor ve dolayısıyla kimse aynı şeyi görmüyor. Görünen, görülmek istenenin yansıması her gözde farklı suretlere bürünüyor. Gözü görür kılan ardındaki göstergelerdir. Toplumsal kabullerin oluşturduğu göstergelerin yönü gözün yönünü belirler. Ve insan göstergelerin kılavuzluğunda görür; göstergelerin izin verdiğini görür. Bu durumda görünen bakılan değildir; önceden göze dikte edilen görülmesi istenendir… Göz ileri bakarak değil geriye kendi içine bakarak görür; dolayısıyla baktığını değil görmek istediğini görür…
Psikanalizin mucidi Freud sanatı rüyaya benzetir; sanatçının gündüz düşleri, çocuk oyunları ve düşler arasındaki bir benzerliktir yalnızca; böylece, bir rüya çözümlemesi ile sanat eserinin anlamlandırılması arasında bir fark yoktur. Feminist literatürün önemli ismi Julia Kristeva’ya göre, sanat ve anne bedeni arasında bir bağlantı olmalıdır. Bebeğin anne bedeniyle kurduğu deneyimsel ilişki toplumsal göstergelerin oluşumunda etkin bir rol üstlenirler. Özellikle sanatsal temsil, temsilin göstergesel öğesini vurgulayarak insanı her zaman bastırılmış anne bedenine geri götürür. Baudrillard, sanatı anlamanın anahtarının gösterge ve tüketim kültürü arasındaki ilişkide bulunduğuna dikkat çeker ve artık sanatın eleştiri işlevini yerine getiremez oluşuna vurgu yapar. Çünkü Baudrillard’a göre, gerçek kendi imgesini yiyip yutmuştur. İmgenin kitle iletişimindeki önceliği ve yaygınlığı öyle bir hal almıştır ki dünya, dünyanın temsilinden bağımsız kavranamaz hale gelmiştir. İmge ve sanat modern kültürün mantığıyla uzlaşmıştır… Sanatın kesinlikle insanlığın yaratılış gücünü temsil ettiğini söyleyen John Berger, sanat ve mülkiyet arasındaki ilişkinin tehlikesini gözler önüne serer; sanat insanın yaratıcılığı ile kapitalist sistemin baskısı arasındaki çatışmanın içine düşmüştür… Marksist bir perspektiften bakan Macar Arnold Hauser, sanatın belirli toplumsal ilişkileri ve sınıf yapısını ortaya çıkaran çarpık ekonomik koşullardan ortaya çıktığını söyler.
Doğrudan sanat üzerine konuşmasa da ünlü psikanalist J. Lacan yaratıcılığın, yüceltmenin veya anarşik cinsel dürtülerin toplumsal ve entelektüel değer taşıyan biçimlere dönüştürülmesiyle ortaya çıktığına inanıyordu. İnsanın bakan ve bakılan bir varlık olduğu tespitini yapan Lacan, gözün öznenin bir özelliği olduğunu söyler. “Sen bana benim seni gördüğüm yerden hiç bakmıyorsun.” Hans Holbein’in ünlü “Ambassadors” adlı eseri üzerine yorum getiren Lacan, tablonun ön kısmında yer alan ölüm sembolü kafatasının önemine işaret eder. Bilimsel bilgilerin bolluğuna vurgu yapan masanın üzerindeki zengin ekipmana rağmen, ilk bakışta güç algılanan bu kafatası hayatın geçiciliğini temsil eden bir semboldür. Bu nedenle de Lacan resmi “bakış kapanı” olarak tanımlamıştır…
Varlığın çobanı Heidegger’e göre, sanat yapıtlarının özde ilgilendikleri şey gerçektir. Heidegger bir şeyin eser olabilmesine Van Gogh’un ünlü ayakkabı resmini örnek olarak gösterir:
“Ayakkabıların katılaşmış kaba ağırlığında, buz gibi rüzgârın yalayıp geçtiği tarlanın dümdüz uzayıp giden saban izlerinde zar zor ilerleyen adımların birikmiş direnci vardır. Deriye, toprağın nemi ve bolluğu sinmiştir. Tabanlarının altında, gelen akşamla tarla yolunun ıssızlığı uzanır. Ayakkabılar titreşen toprağın suskun çağrısıdır, olgunlaşan tahılların sessiz armağanıdır ve kış çökmüş tarlanın nadastaki tenhalığında anlatılmayan kendini inkarıdır. Bu gereç ekmeğinden emin olmanın şikayete varmayan kaygısıyla, ihtiyacı bir kez daha karşılayabilmenin söze dökülmeyen neşesiyle, yaklaşan doğumdan önceki titremelerle ve her yanı saran ölüm tehdidinin sarsıntılarıyla doludur. Bu gereç toprağa aittir ve köylü kadının dünyasında korunur.”
Heidegger’in bu sözleri sarf ettiği şey, üzerinde renkli boyalarla betimlenmiş ayakkabıların yer aldığı bir tuvaldir. Ancak resme bu şekilde bakmak Heidegger’e göre, onun sanat eseri olmasına izin vermemek anlamına gelir. Bir tuval, bir köylü ayakkabısının aslında ne olduğunu göstermiştir. Yapıt, özle ilişkili olmalıdır ancak özü taklit ederek sanat eseri olunmaz. Varlıkların sergilenmesi, gizlilikten çıkarılıp açık edilmesi sanat eserinin hakikatidir. Van Gogh yarattığı bir araçla, bir köylü kadının dünyayla kurduğu ilişkiyi tuvaline taşımıştı ve bunun için sadece bir çift ayakkabıyı kullanmıştı… Kadın giydiği ayakkabının gücü sayesinde toprağın güçlü dünyasına dahil olmuştu. Bu sanat eseri, ayakkabının hakikatte ne olduğunu ima etmektedir. Ayakkabılar bir eserde ve eser sayesinde hakikate işaret etmektedir… Daha sonra bu yoruma yapı-sökümcü Derrida, “İşte buradalar. Ben başlayayım. Ayakkabılara ne olmuş? Hangi ayakkabılar? Kimin ayakkabıları? Ayakkabılar neden yapılmış? Hatta, bunlar da kim? İşte buradalar, sadece sorular, hepsi bu.” diyerek eleştiri getirmiştir.
Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan ve geçtiğimiz yıl ikinci baskısını yapan “Yirminci Yüzyılda Sanatı Okuyanlar” (Chris Murray, Çev. Suğra Öncü) kitabı, 20. yüzyılda sanat üzerine kelam etmiş tüm düşünür ve sanat tarihçilerinin, düşüncelerini, biyografilerini ve kaynakçalarını bir araya getiren zengin bir içerik sunmaktadır. Sanatın ne’liği ve içeriğiyle ilgilenen herkes için temel bir başvuru niteliği taşımaktadır.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (5 Kasım 2014)