Söyleşi: Yasin Uysal
Bâki Ayhan T. ile “Hayat ve Hayal Müzesi”nin yeni baskısı üzerine konuştuk.
Toplu şiirlerinizi içeren Hayat ve Hayal Müzesi adlı kitabınızdaki şiirlerin oluşum süreci, poetikası ve bu kitabın ilk baskısı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Hayat ve Hayal Müzesi’ndeki şiirler toplamının oluşum süreci yaklaşık otuz yıla dayanıyor. 2001’de yayımlanan Hileli Anılar Terazisi’nden şimdilik son kitabım olan Bilet Geçmez Gemisi’ne dek olan süreç… Hem uzun hem kısa… Kitabın ilk baskısı 2015’te yapıldı ve kısa sürede tükendi. Son yıllarda sık sık sorulması üzerine yayınevi yeni baskıyı yaptı. Doğrusu ilk baskı yaparken biraz tereddütlüydüm. Daha doğrusu tereddüt demeyeyim de sağdan soldan duyduklarımdan kaynaklanan düşünceler… Henüz orta yaştayım, fazla kitabım yok, toplu şiirler için erken mi vs. gibi sorular -daha çok da bazı arkadaşların çekinceleriyle- aklımdan geçtiydi. Ama ben bu işler üzerinde öyle uzun boylu düşünen, hesap kitap yapan adamlardan değilim. Bir şeyi yapmak istersem yapar, sonrasına daha sonra bakarım. Şiirleri toplama süreci de öyle oldu.
Sizce ikinci bir baskıya gidilmesinde ne etkili oldu? İkinci bir baskıya ihtiyaç duyulması okurun talebine işaret etmektedir diye düşünüyoruz.
Biraz önce kısaca değindiğim gibi, son yıllarda sürekli sorulan, aranan bir kitaptı Hayat ve Hayal Müzesi. Gittiğim her etkinlikte, bulunduğum her mahfilde soruluyordu. Biraz benim tembelliğimden, biraz araya giren salgın koşullarından kaynaklanan nedenlerle ikinci baskı gecikmeyle çıktı. Burada okur talebi belirleyici oldu çünkü YKY toplu şiirlerin yeni baskılarını ancak arada çıkmış kitap varsa onu da ekleyerek yapıyor. Benimki öyle olmadı, ilk baskıdaki şekliyle çıktı kitap.
Peki, madem YKY’nin böyle bir yayın politikası var, siz arada yeni kitap yayımlayıp, toplu şiirlerin ikinci baskısına onu da eklemeyi düşünmediniz mi?
Düşünmedim çünkü ben belirli periyotlarla yayın yapmayı gözeten, unutulurum korkusuyla her yıl kitap çıkaranlardan değilim, hiçbir zaman da olmayacağım. Şiir, bende bir huy, bir yaşama biçimi ürünü, gelirse gelir gelmezse de bundan rahatsız olmam. Okuyarak değil, yaşayarak yazanlardanım. Şairliğimi diğer şairlere bakarak değil kendime bakarak bir yere koyarım. Bununla birlikte, ciddi bir tembellik içinde olmama rağmen, tamamen boş da durmuyorum. Üzerinde yaklaşık 8-10 yıldır çalıştığım kış ve hastalık ağırlıklı bir dosyam var, bir çeşit manzum roman gibi kuruldu, kuruluyor. Sadece kışları, sisli puslu, soğuk, yağışlı ve kapalı havalarda cam kenarına geçiyor, dosyayı önüme çekip okuyor, ufak tefek müdahalelerde bulunuyorum. Roman gibi okunacak bir şey… Bir de son 4-5 yıldır, bazı parçalarını dergilerde yayımladığım modern fabllar kaleme alıyorum. Onlar da önümüzdeki dönemde belli bir olgunluğa erişirse yayımlamayı düşüneceğim. Yine de belli olmaz, belki de toplu şiirler bağlamında, homo unius libri olarak kalmayı seçerim!
Az önce, toplu şiirlerin yayınından söz ederken “okur” demiştik… Bu noktada, okur, şiir okuru, sizi okuyanlar, okurlarınız denince neler söyleyebilirsiniz?
Ben, okuru hiç düşünmeden yazan biriyim. Şiirlerimi öncelikle kendim okuyayım diye yazıyorum. Dergilerde, kitaplarda görmek ve okumak istediğim şiirleri yazıyorum. İlk gençlikte de böyleydi, bugün de böyle. Okurlarla salgın öncesi dönemde sık sık bir araya gelirdim; okul etkinlikleri, imza günleri, paneller, festivaller, sosyal medya programları vs. aracılığıyla. Genel tepki, şiirlerimin kolay anlaşılmadığı, ilginç imgelerle, buluşlara şekillendiği yönünde olurdu. Doğrusu, en ilginç tepki şu oldu: Toplu şiirlerin ikinci baskısı çıktığında çok yakınımda olan biri, “Şiir kitaplarının roman gibi ara verilmeden okunması gerektiğini söylüyorsun ama senin bu toplu şiirleri oturup bir seferde okumak, toplu intiharlara yol açabilir.” dedi.
Edebiyat dünyasında şair, akademisyen ve eleştirmen vasıflarınızın yanı sıra 2003 yılında ortaya çıkarmış olduğunuz “Soylu Yenilikçi Şiir” manifestosu ile de bilinmektesiniz. Soylu Yenilikçi Şiir manifestosu hakkında kısa bir bilgi verip bu manifestoyu hem Hayat ve Hayal Müzesi’ndeki hem de günümüzde yazdığınız şiirlerinizde nasıl kullandığınızı açıklayabilir misiniz?
Toplu şiirlerin ilk kitabı olan Hileli Anılar Terazisi 2001’de çıktığında iyi tepkiler almıştı. Abdülkadir Budak, “genç usta” demişti bir yerde. Haydar Ergülen o zamanlar düzenli yazdığı Radikal’de bir köşe yazısını bana ayırmıştı. Deniz Durukan, kapsamlı bir söyleşi yapmıştı benimle… Ahmet Yıldız, Can Yayınları ilk kitaplar serisinin en iyi kitabı olduğunu yazdı Edebiyat ve Eleştiri dergisinde. Birkaç yazı daha çıktıydı sağda solda. Güzel bir başlangıçtı… Sonra, farklı bir yöne gitme, yeni şeyler deneme arzusu doğdu içime. Sanki ilk kitapla bir şeyleri bitirmişim gibi! İşte o sıralarda kaleme aldım Soylu Yenilikçi Şiir manifestosunu. Yıllar boyu tartışıldı, olumlu olumsuz onlarca değerlendirme yapıldı; dergilerde dosyalar düzenlendi. Bir hareket ve canlılık getirdi ortama o manifesto. Hatta benim açtığım bu yolda, yıllarca devam eden bir manifesto furyası başladı! Orada yapmak istediklerimden biri şuydu: O yıllarda küçük İskender’in etkisiyle her yer “underground” şiirle dolmuştu. Yakından tanıdığım, steril yaşayan, sigara bile içmeyen bazı gençler yeraltı edebiyatı furyasına kapılmıştı. Hatta yaşını başını almış bazı aile babaları bile İskender’in peşine takılmıştı. İskender’in şiiri sahiciydi çünkü yaşadığı hayatın şiiriydi o. Diğerleri ise ortamın havasına uyma derdindeydi. Manifestodaki ilk itirazlarımdan biri bu yanlış gidişeydi. İkinci itirazım, yine o yıllarda “deneysel şiir” denen ve mecazın ruhundan uzak, insanı kaybetmiş, sentetik, yapay kelime oyunlarına dayalı “iş”lere idi. Bunlar çok bağırıp çağırıyor, sürekli bir aşağılama, küçümseme tavrıyla hareket ediyor, bizleri “konvansiyonel” olmakla suçluyor ama kendileri ortaya doğru dürüst bir şey koyamıyordu. İtirazlarımla onlara “hiçbir şey” olmadıklarını göstermeye çalıştım. Daha başka başlıklar da açabiliriz “Soylu Yenilikçi Şiir” bağlamında ama lafı çok uzatmak istemem…
Hayat ve Hayal Müzesi’nde yer alan “Gürültülü Gemi”, “Albatros”, “Budala”, “Hayatta Ben En çok Kendimi Sevdim”, “Yazmasam Fuzuli Yazdım Baki”, “İn-tihar”, “Ceza ve Suç”, “Dünya Kazası”, “Yılışık Postacı” ve “Kimse Yok” gibi şiirlerinizde ve pek çoğunda Edip Cansever, Baudelaire, Can Yücel, Fuzuli, Beşir Fuad, Stefan Zweig, Ahmet Haşim, Cemal Süreya, Murat Yalçın, Ece Ayhan, Haydar Ergülen, Lâle Müldür ve pek çok şair ve yazara göndermeler yapmışsınız. Söz konusu bu şiirlerde ve bazılarında “alt metin”ler hissedilmektedir. Şiirlerinizde yer alan isimler ve alt metinler hakkında neler söyleyebilirsiniz?
O zamanlar, okuduğum her şeyi not eder, defterler doldururdum. Ara ara bu notlar şiire dönüşürdü. Bir ruh buluşması, kalp ortaklığı diye bakarım onlara. Gelenekselci metinlerarasılık sevdalılarından en büyük farkım budur benim. Metinlerle kurulacak ilişkilerin üslup bağlamında değil, zihniyet bağlamında da değil, kalp ortaklığı bağlamında olmasını daha anlamlı bulurum. Adalet Ağaoğlu, Selim İleri, Dostoyevski, Demir Özlü gibi romancılarla metinsel buluşmalarım da öyledir. Benim bu söz konusu şair ve/veya yazarların metinleriyle kurduğum ilişki alışılmış, klişeleşmiş, gelenekselleşmiş metinlerarasılıktan çok farklıdır. Ben bir metni öncelikle yazınsal ürün veya belagat eseri olarak değil bir yaşam fotoğrafı olarak görürüm. Oradan okurum. Dolayısıyla ilişki kurmayı arzuladığım metinler arasında alt-üst metin şeklinde bir ilişki söz konusu değildir. Bana ne yaşattığına, hayatla ne derecede irtibatlı olduğuna bakarım. Diğer bütün büyük edebî metinlerin üstünde, Demir Özlü’nün Bir Beyoğlu Düşü, Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri, Alain-Fournier’nin Adsız Ülke yahut Murat Gülsoy’un Nisyan anlatılarının benim nezdimde ayrı yerleri olmasının nedeni budur. Bunlar bana şiir yazdıran yapıtlardır.
“Bir Periyle Öpüşmenin Hazzı”, “Efsane”, “Lüsiferin” ve “Kendini Simurg Sanan Karga” gibi şiirlerinizde ister başlık konusunda ister içeriksel olarak halk edebiyatına, inancına ve kültürüne yönelik folklorik ögeler görülüyor. Şiirlerinizde kullandığınız folklorik unsurlar hakkında bilgi verebilir misiniz? Günümüzde birkaç ismin hâricinde halk edebiyatını ve kültürünü içeren şiirler yazılmamaktadır. Halk edebiyatı ve kültürü çağdaş edebiyatta yeniden şekillenemez mi? Rönesans’tan itibaren baktığımızda Batı sanatının ve edebiyatının, halk edebiyatı ve kültürü ürünlerini yeni baştan ele alıp önemli eserler ortaya koyduğunu görmekteyiz. Bu konu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Halk edebiyatı ve kültürü çağdaş şiirde nasıl yer alabilir?
Ben olaya, halk kültürü veya folklor diye bakanlardan değilim. Öyle bakarsam, ki zaman zaman bakmışımdır, Cemal Süreya’ya yakın dururum. Şöyle bakıyorum ben: Bugün bizim halk kültürü, halk inanışı dediğimiz şey insanlığın kadim zamanlarının tartışılmaz hakikatiydi. Yani onlar bizim için birer metin gibi dursa da eskilerin hayatının aynasıydı. Tanrılar, yarı tanrılar; kanatlı, tek boynuzlu veya insan kafalı atlar, kadın vücutlu balıklar, melekler, cinler, üç harfliler, kırklar, periler, sirenler, albızlar… Bunların tamamı insanlığın ilksel zamanlarında hayatın doğrudan içindeydi. Dolayısıyla bunlar benim için birer kültürel veri değil, hayata dokunan şeylerdir. Gördüğün gibi gene hayata geldik!
Evet… Hayat sizin için her zaman önde duruyor. Şiir ve hayat?…
Sadece şiirde değil bütün sanatlarda hayat merkezde olmalı. Hangi sanatı icra ederseniz edin, hayatın içindeki duyguya dair, insanın değişmeyen özüne ilişkin bir şey söylemiş olursunuz. Özellikle de şiir belirli bir eğitimler, kurguyla, teknikle, bilgiyle yapılacak bir iş değil. Yetenek ve bu yeteneği zenginleştirip geliştirecek bir yaşama tarzı lazım. Bir araştırın, göreceksiniz: İşe sıkı şiirle başlayan nice şair, gazeteciliğe yahut televizyonculuğa geçtikten sonra şiirden kopmuştur, daha doğrusu şiir onları terk etmiştir. Neden? Tekniğe, mesleğe dayalı bir hayatı gerektirir bu işler. Gece gündüz meslekle iştigal etmeniz gerekir. Şiir ise buna dayanamaz, kırılgandır. Hayattan şiiri uzaklaştırdığınız anda kitaptan da uzaklaştırmış olursunuz. Bütün şiir hayatın içindedir, kentin damarlarındadır, koşuşturmacadadır, kaos ve gürültünün içindeki müziğin gerilimini duyabilmededir. Poe yahut Baudelaire gibi söylersem, “kalabalıkların adamı” olmaktadır! Şairin tekniği bile hilelidir, öyle olmalıdır! Kabul edilmesi zor yanılsamalar yaratır şair ve bu yanılsamaları yaratabilmek, şiiri bulabilmek için divanlara koşmaya, antoloji sayfaları arasında nefes tüketmeye gerek yok. Hakiki şiir, şairin içindedir. Gerisi, edebiyattır!
Sizin de sıkı çalışmayı gerektiren bir mesleğiniz var ama?… Akademisyenlik de öyle değil mi?
Doğru… fakat ben iki, hatta üç hayat yaşıyorum!
Öte yandan, sıkı bir film izleyicisi olduğunuzu, genellikle de eski dönem filmlerine, siyah-beyaz polisiyelere ayrı bir sevginiz olduğunu biliyoruz. Hitchcock külliyatını tekrar tekrar izlediğinizi söylemiştiniz bir söyleşinizde. Yakınlarda çıkan bir kitapta da “Paramparça-Aşklar Köpekler” filmi üzerine kapsamlı bir bölüm yazdınız. Daha da önemlisi, Nâzım Hikmet ve Attilâ İlhan’dan sonra sinematografiyi hem teknik hem de içerik bağlamında en çok kullanan, işleyen şairlerden birisiniz. “Az Sonra”, “Cinayeti Gördüm”, “Dolores”, “Ne Güzel Olur”, “Çiçek Sapını Kalbine Soktu”, “Metrobüs”, “Mezarlarınıza Tüküreceğim” başlıklı şiirlerinizde ve daha başkalarında sinematografiye başvurduğunuz görülmektedir. Yanlış hatırlamıyorsam lise yıllarında yayımladığınız ve unutuluşa terk ettiğiniz kitapta da “Bir Geceden Film Kareleri” diye bir şiiriniz var. Bazı şiirlerinizde zaten kült sinema filmlerine göndermeler yapmışsınız. Şiirleriniz ve sinematografi ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Şairin şiirden ziyade romandan, sinemadan, müzikten, kimyadan, botanikten beslenmesi gerektiğini hep söyledim. Daha başka alanlar da var, mesela antropoloji, biyoloji. Bunlar, birer kültürel kod olarak değil, hayatımızı zenginleştiren şeyler olarak önemli ve anlamlıdır. Aksi, malumatfuruşluğa götürür. Sinema bunlar içinde bana en yakın olanı. Çocukluğumun bir kısmı Adana’da sinemanın bitişiğinde bir evde geçti. Filmler yenilendikçe, sektirmeden, ailece gidip izlerdik. Ekrem Bora, babamın iş ortaklarından biriydi. Kendi başıma evden çıkacak yaşa geldiğimde, okul yıllarımda sık sık dersleri asıp sinemaya giderdim. Dönemin Adana’sı, 1970’lerin sonlarıyla 80’lerin ortaları, hiç abartmıyorum, bir kısmı yazlık bir kısmı kışlık 20-25 sinema salonu vardı şehirde. Avantür, arabesk, erotik, klasik, karate, Yeşilçam, Hollywood, Kore sineması vs. her türden en az 15-20 film dönerdi salonlarda her hafta. Sonrasında İstanbul’a geldim ve adeta cennete düşmüş gibi oldum. O yıllarda sadece Kadıköy’de 8-10 salon vardı, şimdilerde 2-3’e düştü maalesef. Kadıköy’deki sinemalarda o dönemde, sabahtan akşama dek kalabilirdiniz, bir bilet alır, 3 film üst üste izlemeden çıkmazdım. Hâl böyle olunca süreç içinde sinefil olup çıktım. Evimdeki özel arşivde film sayısı kitap sayısını geçmek üzere! Şiirlerimdeki sinematografi de buradan geliyor. Hayat bana ne öğrettiyse, ne yaşadıysam şiirde önceliğim hep o oldu. Sinefil olmak hayatımın bir parçası olduğu için şiirlerimde de sinematografik teknikler yansıma bulmuş olabilir. Bazı şiirlerde içerik olarak da beslenmiş olabilirim filmlerden. Kayıp Otoban, Karga, Stalker, Çingeneler Zamanı, Killers, Rebecca, Yağmurdan Gelen Adam, Psycho, Bir Zamanlar Amerika, Vertigo, İhtiyarlara Yer Yok, Baba, Karanlığın İçine Doğru, Olağan Şüpheliler, Trendeki Yabancı, Kusursuz Cinayet, Postacı, Cinema Paradiso, Apocalypse Now, Otomatik Portakal, Kurtların Kardeşliği… Bunlardan içerik olarak yahut gerilim duygusu bağlamında bana yansıyan şeyler olmuştur.
Akademideki derslerinizde, söyleşilerinizde, edebiyat eleştirilerinizde yaşayan Türkçeyi savunduğunuz görülmektedir. Bu konuda çoğunlukla da Yunus Emre örneği üzerinde durmaktasınız. Hatta “Şairler Meclisi” adlı şiirinizde de bu ilginize yer vermişsiniz. Şiirlerinize bakıldığında da yaşayan bir Türkçe kullandığınız görülmektedir. Kendi şiirleriniz bağlamında Türkçe ve şiir konusunda neler söyleyebilirsiniz? Dil bilinci şiirde neden önemlidir?
Bu doğal bir seçim benim için. Konuştuğum dille yazıyorum. Yaşayan ve yaşayacak Türkçeyle yazıyorum. Ne aşırı öz Türkçeciyim ne de Osmanlıcacı! Klasik, kadim Türkçe falan diyerek kitabi Osmanlı Türkçesi ile yazmak için kendilerini kasanlara, geleneği zekice yorumlamaktan uzağa düşenlere, yüzeyde kalanlara, hayattan kopuk olanlara hem acıyor hem gülüyorum. Eski sözcükler, bazen bir şiire renk katmak yahut “yerindelik” ilkesine uymak amacıyla tek tük kullanılabilir. Bundan fazlası metne zarardır. Osmanlı hayranı Yahya Kemal, İslamcı dedikleri Sezai Karakoç bile poetik estetiği öncelediği şiirlerini yaşayan Türkçeyle yazmıştır.
Bir sanat eserinin pek çok kaynağı vardır. Bu kaynaklardan biri de sanatçının kendisidir. Eserlerinizde siz nasıl bir kaynak olarak yer alıyorsunuz? Hayat ve Hayal Müzesi’nde ve diğer şiirlerinizde “sizin hayatınız şiirinize dahil” midir ya da değil midir?
Şiirlerimde en çok ben varım. Değerli genç akademisyenlerden Mehmet Sümer, şiirlerimdeki benlik duygusu üzerine bir makale kaleme almıştı bir zaman, bir dergide (galiba Üç Nokta idi) yayımlamıştık onu. Bu sadece kendi şiirlerim için değil başka şairler için de aradığım bir özelliktir. Yukarıda adlarını andığımız epeyce şair oldu. Onların hemen hepsinin ortak özelliği kendi hayatlarının şiirini yazmış olmalarıdır. Ben klasik edebiyata bu nedenle mesafeliyim. Klasikte, şairin hayatını, gündelik hayatta nelere baktığını, çevresindeki insanlarla uzak veya yakın ilişkilerini göremezsiniz. Romantik şiirden itibaren ise şairin hayatı metne dahil olmaya başlamıştır. Büyük insanlık ve büyük sanat, “romantik kompozisyon” sayesinde var olmuştur. Büyük devrimler bu sayede yapılabilmiştir. Şiir için de bir dönüm noktasıdır romantik kompozisyon. Romantizm; benliktir, kişiliktir, klasik cenderenin kırılmasıdır ve aşırılıktır. Aşırılıklara düşkün bir mizacım var. Kitapta da hayatta da öyle… Lafcadio Hearn’ın pek sevdiğim bir deyişi var: “Bir kitabın içeriği ile ilgili özgün bir görüş ifade edemeyen hiç kimse o kitabı okumuş sayılamaz.” Çok haklı… Klasikte değişmez içerikler, değişmez teknikler konuşur, hep aynı şeyler söyler klasikler. Bana ne belagatten, teknikten. Hayat nerde, hayatın senin şiirinin neresinde, “sen” şiirinin neresindesin? Bana onu söyle!
edebiyathaber.net (23 Ağustos 2022)