Edebiyatın dili kentte kurulsa da, insanın ruhunu, toplumun anatomisini asıl yansıtanın taşra olduğunu düşünürüm.
Bu bağlamda, Türkçenin yazı dili olmasının en temel özelliği anlam/anlatım birliğinin sağlanmasında bu ikilemin birbirini sürekli beslediğinden de söz edebiliriz.
Konuşma dili ile yazı dilinin arasındaki uçurumu kapatan temel olgunun, insanın/toplumun yaşama kültürünün/duyuş-seziş bilgisinin yazıya yansımasıyla başladığını da belirtmek isterim.
Toplumunu, insanını tanımadan kurulan bir dilin / edebiyatın yapaylığı bilinen bir gerçektir. Bunun örnekleri dün olduğu gibi bugünde vardır.
Edebiyatımızın asıl kırılma noktası, aydının/yazarın yüzünü Anadolu’ya dönmesiyle değil; Anadolu coğrafyası kendi yazarlarını ortaya çıkarmasıyla başlamıştır.
Bu bağlamda Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri ile Yakup Kadri’nin Yaban’ı bir dıştan bakış/yansıtıştır. Bu uzaktan bakışı asıl kıran, Sabahattin Ali olmuştur. Onun öyküleri ve Kuyucaklı Yusuf romanında getirdiği bakış, içeriden/yakından tanıklıktır. Sabahattin Ali’yi yol açıcı, öncü olarak nitelendirmek yerinde olur, kanımca.
Taşra, kasaba/köy gerçeğinin edebiyatımıza girmesinin bir adım ötesinde; o gerçekliğin asıl dilinin kurulması 1950 sonrasına rastlar.
‘50’li yıllar bu açıdan önemlidir.
Ülke gerçeğinde aydınlanma hareketinin sonuçları ortaya çıkmış, toplumda okur-yazar oranı artmış, iyi-kötü, Cumhuriyet, kendi yazarlar kuşağını oluşturmuştur.
İmlediğim oluşumun içinde yer alan 1920, 1930 doğumlu yazarlar, ‘yeni edebiyat’ anlayışının da öncüleri olmuşlardır.
Onların açtıkları yol, 1960 sonrasının, yani 1940 ve 50 doğumlu yazarlarının hazırlayıcısıdır…
Eğer bir oranlama yapacak olursak, Anadolu kökenli yazarların sayısal olarak arttığı bir süreçtir 1950’lerden 2000’lere uzanan dönem.
Edebiyatımız bu dönemde tematik olarak zenginleşmiş, yukarıda imlediğim taşra/kasaba gerçekliği roman/öykümüzde birer insanlık durumunun yansıtılması olmaktan çıkmış; insanın varoluş gerçekliğinin asal dilinin kuruluşunu sağlamıştır.
İşte bu gelişim seyrinden baktığımızda, öykücülüğümüzde Cemil Kavukçu’nun getirdiği yeni bir bakış, duyarlılıktan söz edebiliriz.
1951, İnegöl doğumlu Kavukçu; 1980’li yılların başında ilk öykülerini yazmaya başladı.
Öykülerinde olağanüstü güzellikte bir taşra gerçekliği çizmesi; o sinik, gizli kalınmış duyarlığı ortaya çıkarmasıyla dikkati çektiğini söylemeliyim.
İlk görünüşte yabancısı olmadığımız bir dünyanın anlatılması, dile getirilmesi gibi görünse de; Kavukçu’nun burada önemle altını çizdiği, yansıtmaya çalıştığı temel gerçeklik: İnsani durumların biçimlendiği ortamın yaşama kültürünün ardındaki ‘sahih’lik buna bağlı olarak oluşagelen insan psikolojisinin seyri yepyeni anlatım olanakları getirmektedir.
Yazarın kurduğu dil, oluşturduğu atmosfer, yansıttığı gerçeklik bir yanıyla aidiyet duygusunun ve olduğu/olması gerektiği düşüncesine götürür bizleri. Diğer yanıyla da, bu dilsel çabayla insan gerçeğinin ne olduğu, yaşadığı koşullarla nasıl biçimlendiğini anlatmaktadır.
Sonuçta, şunu söylemek isterim: Cemil Kavukçu Başkasının Rüyaları‘nda geldiği çizgide de yarattığı dil/düşünce evreninin edebiyatta bu duyarlığın yeni anlatım olanaklarının nasıl önünü açabileceğini anlatmaktadır bizlere.
Kavukçu’nun sunduğu dünyayı, yarattığı dili, getirdiği duyarlığı önemsiyorum. Edebiyat bu mecrada akarak ancak insanlığın sevinci, kurtuluşu, umudu, geleceği, düşleri olabilir.
Onun yazarak varolma bilincini taşıyan her bir öyküsünü de okurlara iletmek gerekir diye düşünüyorum.
edebiyathaber.net (19 Nisan 2022)