Romanı okuyup sonladığında, başka bir metinden şu tümceyi hatırlamıştın:
“Öyle ya da böyle, söz konusu olayları kendi ilkelerimiz bağlamında değerlendiririz, çünkü hikâyeler mutlaka ahlaki bir tutum almamızı gerektirir.” (Anlatının Gücü, Robert Fulford)
Henri Troyat’nın Ölçüsüz Dostluk romanının ana kahramanları Jean/ Madeleine/Bernard üçleminde gelişen öykünün vardığı yerdeki “şaşırtan son” ister istemez böylesi bir bakışa yöneltmişti seni.
Bir tutku öyküsü müydü anlatılan, yoksa aldanış ve aldatış mı? Sanırım ikincisi. Ki romanda da yer yer bu hatırlatılıyordu.
Modern toplumda bireyin başına gelebilecek “olağan” hikâyelerden…
Seni durduran “ahlâkî” durum/tutumdansa; romancının romanına seçtiği böylesi bir son. Çözüme/iletisini getirip bir yok oluşa bağlaması… Bu, sanki, asıl gerçeği göz ardı eden bir bakışın ürünü. Biraz da kolaycılık, kaçış anlatıcı açısından. Kendini anlatıda çözümsüz kılması. Bakışının ötelere gidememesi…
Sanırım asıl “ahlâkî” tutum romancıdan kaynaklanıyordu.
Jean, ikinci eşi Madeleine’i kendi huzuru için seven, bağlanan biri. Gençlik arkadaşı Bernard ise onun iki evliliğine de etki etmiş, itiyse de, ona hayrandır. Onun hercailiği gelip gene hayatına dokunmuştur. Ama bu kez romancı, adeta Bernard’ı cezalandırır. İkinci eşini de elinden aldığı için, Jean onların kazada birlikte ölümüne tanık olur. Hiç ummadığı bir araba yolculuğudur bu.
İnsan, bazen baktığı yerde da olamayabiliyor demek ki! Hayat bu denli yanıltıcı, bir o kadar de gerçek!
“Büyük anlatı”lar çağı kapandı mı?
Troyat’nın 1963’te yayımladığı bu romanını okurken, “büyük anlatı” üzerine bir kez daha düşündüm.
Kuşkusuz Ölçüsüz Dostluk büyük anlatı değil. ama, Troyat yazdığını “iyi” yazan biri. Ne söylemek istediğini bilmesi, kendisini okutuyor. Bir yerde de şunu anlıyorsunuz yazdıklarını okurken; ‘benden fazlasını istemeyin, bu kadar!’
“Büyük anlatı”, bir çağ dönüşümüyle birlikte anlatı sanatına yeni bir bakış/biçim ve süreklilik getirendir. Yalnızca edebî bir kanon içinde anılmak/yer almak yetmiyor.
Karşı olanlar, uzak-yakın duranlar
Daha siz dönemeçteyken söze başlıyorlar.
Yabandır dilleri.
Masalarında değilsinizdir. Nemalandıkları o-sofralara müdana etmezsiniz. Kiminle nerede ne yaparlar umurunuzda değildir.
Her yerde vardır onlar. Her taşın altında böcek gibidirler.
Siz bir iş/söz/düşünce için gidersiniz, bakmışsınız bir ânda karşınıza çıkmışlardır. Başkonuk gibi gösterirler kendilerini. Salına salına pozlar verirler, sofranın en orta yerindedirler.
Hiçbir alışverişiniz yoktur onlarla, gene de arkanızdan olur olmaz sözler ederler.
Yaftalı gezerler.
Kirli hava solurlar.
Her yerde görür, karşılaşırsınız onlarla.
Kılçık gibidirler bazen. Yetinmezler hiçbir zaman.
Sizin mesafeli duruşlarınızı “kibir” gibi algılarlar. Neden onlar gibi olmadığınıza hayıflanırlar ki; onca sözü ederler arkanızdan.
Ukala ötesidirler. Ama gene de onlara budalalığı yakıştırırım. Evet evet az biraz bukalemundurlar. Ne kokar ne de bulaşırlar. Çünkü her devrin adamıdırlar.
Duygu ahmaklığı kadar düşünce ahmaklığına da dikkati çeken Robert Musil’in “Ahmaklık Üzerine” bir konuşma metnini okurken, bunlara böyle bir paye vermenin de aptallık olabileceğini düşündüm ister istemez.
Çünkü, ahmaklık üzerine konuşurken bütün aptalların sustuğunu, budalaların dedikodu yaptığını bilirim.
Bilmem farkında mısınız?
Evet, bilmem farkında mısınız; ülkemizde giderek koyu sofu/dindar bir orta sınıf yaratılmakta. Cumhuriyet’in, modernitenin nimetlerinden nemalanan, ama bundan tümüyle uzak bir sınıf. Yaratmayan tüketen, ha bire yaşama “düzey”ini yükselten. Ama yaşama değerlerini ıskalayan bir sınıf. Üstelik şunca zamandır “vatansever budalalık” sarmışken ortalığı…
Görüyorsunuz, hiçbir zaman ne baktığımız ne de yaşadığımız yerdeyiz.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (25 Nisan 2017)