1995-1997 yılları arasında çeşitli dergilerde öyküleriyle dikkat çeken Bora Abdo, okuyucuları açısından uzunca sayılacak bir süre yazmamıştı. 2009’da geri döndü. Kitaplarını üçleme ve dörtleme olarak tasarlayan yazarın karakter ve temalar üzerinden yeni okuma yolları sunduğunu iddia etmek mümkün. Sait Faik ve Yunus Nadi öykü ödülleri sahibi Abdo’nun, Beni Unutma Dörtlemesi’nin ikinci kitabı Balık Boğulması geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Öykülerinde kendine özgü bir dil ve anlatım biçimi olan yazar, bu arayışını ilk romanında da sürdürüyor. Kitapta belli bir ritimle düzenlenmiş çok kısa cümleler bulunmuyor ancak dil ve anlatım yine ön planda diyebiliriz.
Hikâyenin başkahramanı Müşfik, bir aydan beridir hastanededir, otelin dördüncü katından atlayarak intihar etmiştir ve bedeni kırıklarla doludur. Yanındaki yatakta ise âşık olduğu, bir cinayete kurban gittiği anlaşılan Behice’nin cansız bedeni yatmaktadır. Metnin yüzeyini kaplayan odak soru bellidir: Behice’yi kim öldürdü? Soruşturma esnasında sırasıyla bütün karakterler söz alırlar. Bu yöntem okuyucuların karakterleri daha derinlikli tanıması için iyi bir anlatım yöntemi olarak göze çarpıyor. Müşfik, Behice, Çarkçıbaşı, Müşfik’in babası, Müşfik’in annesi ve anneannesi, Behice’nin babası, hemşire, hastabakıcı, garson ve polis bu yer yer fantastik ve polisiye evrenin adı olan ve olmayan kahramanlarıdır. Hepsinin varlığı işlevseldir, cinayet onları birleştirir. Hayattan yorulmuş ve bıkmış bir halde soruları cevaplamaya, geçmişi hatırlamaya çalışırlar.
Kurmaca gerçeklik üzerine daha ilk cümleden yazarla anlaştığımız için yarattığı evrene balıklama dalıyoruz. Soruşturmaya bağlı olarak sırası geldiğinde söz alan hemen her anlatıcının, doğaya ve ilişkili oldukları öteki kişilere bakışında özgünlük göze çarpıyor. Betimlemelerde sesler, kokular ve nesnelerin çağrışım gücü karakterleri harekete geçiriyor. Yaşadıkları travmaların etkisiyle dışlanmış ötekiler, sakatlar, akıl hastaları, çirkinler birbirlerine tutunarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bizi de kendimizle yüzleşmeye zorluyorlar. Hatırlıyorlar. Anlamaya çalışıyorlar. Acılar, korkular, sırlar, yalanlar ve kötülükler bir bir etrafa saçılıyor.
Mekânlar üzerinden de şiirsel betimlemelerle ilerliyoruz, bir kâbusun içinde gibiyiz. Dinmek bilmeyen fırtına, yağmurun çıkardığı sesler ve kokular eşliğinde hastane, kulübe ve ambar; karakterlerin duygu, düşünce, davranış ve konuşmalarıyla bütünleşerek atmosferi oluşturuyor. Kıyafetleri, kokuları, farklı davranışları nedeniyle uzaktan izlediğimiz alay edilen, horlanan ve dışlanan yoksulara daha yakından bakıyoruz. Bazen balık gibi bazen de at gibi kokuyorlar. İtilip kakılıyorlar. Kişiler üzerinden yadırgatıcı, irkiltici durumlar karşımıza hiç ummadığımız anlarda, özellikle cinselliğin yaşandığı bölümlerde ansızın çıkıveriyor. İntihar etmek isteyenlerin gittiği kule bize rüyalara çekiyor. Gerçeklik etkisini kuvvetlendiren ayrıntılar bunlar aslında. Kasvet ve karanlık, ruhumuzu alabildiğine daraltıyor.
Sınırlı üçüncü kişinin bakış açısıyla oda, renkler, sesler canlanıyor. Romanın her bölümünde anlatıcı değişiyor: Müşfik, Müşfik’in annesi Zülal, Müşfik’in babası, ve gözlemci anlatıcı merkezde yer alıyor. Anlatım, şiirsellik, diyalog ve betimlemelerin hassas bir biçimde dengelendiği metinde; hemen her cümlede yazarın anlatacağı hikâye için en uygun dili aradığının işaretlerini görüyoruz. Gözlemci anlatıcının sınırlarını genişletmek amacıyla, birinci tekil kişi anlatıcının devreye girdiği bölümler önemli bir gösterge oluşturuyor. Karakterlerin karmaşık belleklerinde imgeler olağanüstülüklerle ve rüyalarla buluşuyor.
Balık Boğulması’nı klişelerin yeniden üretildiği ya da bozulduğu polisiye roman olarak değerlendiremeyeceğimizi düşünüyorum. Elimizde ustaca kurgulanmış, zengin sözcük kullanımıyla doyurucu, merakımızı her an canlı tutan nitelikli bir edebi roman bulunuyor. Ulusal bir alegori olarak da derinlikli çözümlemelerin önünü açıyor metin. Bu, merkezinde yoksulların, delilerin, sakatların olduğu bir okuma olabilir. Gizlenenleri açığa çıkarıyor, görmezden geldiklerimize söz veriyor. Kendimizi ve dışlanan ötekileri anlamaya çalışıyoruz, edebiyat bunun için de var. Yoksullar varlıklarıyla ışıldamaya başlıyor. Bilecik’i denizi varmış gibi hayal edebiliriz. Sahi, Bilecik neyin metaforu? Şiirsellikten kaynaklanan bütün belirsizlikler okuru daha aktif kılıyor, her ne kadar son yaklaştıkça etkisi azalsa da. Biçimsel gerçekçilik artık yetersiz, olup bitene dışarıdan bakmak da öyle. Bora Abdo metaforlar ve alegorik yapı aracılığıyla aslında bir toplumu yoksulların gözünden anlatmanın yollarını arıyor. Bunu hakkıyla başarıyor da.
“Biz kimiz ve nasıl bir toplumda yaşıyoruz?” sorularının cevapları bir kez daha nitelikli okumayı hak eden Balık Boğulması’nın satır aralarında gizli. “ İyi bir toplum nasıl olabiliriz?” ise ufukta…
Serkan Parlak – edebiyathaber.net (28 Kasım 2017)