Türk Öykücülüğünün yaşayan en önemli isimlerinden Cemil Kavukçu’nun son kitabının adı “Balyozla Balık Avı.” İnce işçiliğe önem veren, sade, duru anlatımıyla, kendine özgü yalın üslubuyla her zaman geniş yelpazeli bir okur kitlesi bulunan Kavukçu’nun yeni kitabında on iki öykü yer alıyor. Bu yazıda henüz kitabı okumamış olanları düşünerek, öykülerin konusu ile ilgili fazla bir şeyler yazmak niyetinde değilim. Sadece kitaptaki tüm öykülerin değil, bazılarının bende uyandırdığı duyguları ve çağrışımları paylaşmaya çalışacağım.
Kitabın ilk öyküsü kitapla aynı adı taşıyan “Balyozla Balık Avı”. Yazar, şehirdeki bunaltıcı, incitici, sahte ilişkilerden kaçıp geldiği köy ortamını, öyküdeki anlatıcının ağzından ağaçlarıyla, horozlarıyla, kaderine razı olmuş insanlarıyla resim yapar gibi anlatarak başlıyor öyküye. Anlatıcı, sadece rakı, gazoz, çökelek ve ekmekten oluşan menü eşliğinde tarlada bir ağacın dibinde ziftlenip sohbet ederken, Ramazan Dayı’dan dinliyor balyozla balık avlayan iki Bulgar muhacirini. Büyük şehirlerdeki zengin çeşitli, çengili, çalgılı meyhane muhabbetlerine benzemiyor köydeki muhabbet. Bulgar muhacirlerin kayaya indirip deprem etkisi yaratarak sersemleyen balıkları yakalamalarına yardımcı olan balyoz, bir an içi geçip uyuklayan anlatıcının kafasına iniyor rüyasında. Balyoz öyküde neyi simgeliyor? Bana hayatın akışını değiştiren, ölümü simgeleyen bir metaformuş gibi geldi.
Kitaptaki neredeyse tüm öykülerde, hayal, gerçek ve rüyaların iç içe geçtiğini, karıştığını görüyoruz. Rüya mı hayaldi, hayal mi gerçekti? Yoksa gerçeği öğrenmek için hayal etmek, rüya mı görmek gerekiyor? Bir noktadan sonra önemi kalmıyor hiçbirinin. Zaten yazar için de öyle değil midir? Hayattan veya hayatından aldığı bir şeyi koyar kurmacaya. Bir süre sonra hayalinden mi yazdı, yazdıklarını yaşamış mıydı kendisi de karıştırır. Gerçek kurmaca, kurmaca gerçek olur. Hangisi hangisinin yerine geçmiştir önemi kalmaz. Kurmaca da olsa yazıldıktan sonra gerçek olmuştur artık. Yazar, inandığı şeye okurunu da inandırabilirse gerçeği anlatmayı başarmıştır aslında.
“Anma Arkadaş” kitaptaki diğer öykülerden anlatım tarzı ve anlattıklarıyla farklı bir öykü. Dostluk, aşk, tükeniş, ölüm, gizli kalmış duygular, çokça da hüzün var. Erkin Koray’ın öyküye adını veren şarkısını bilmeyenler, önce şarkıyı dinleyip sonra öyküyü okusalar daha iyi olur kanımca. Çünkü bilenler için şarkı öykü boyunca kulağınızın içinde geri planda çalınıp size eşlik ediyor. (Biri Erkin Koray’a bu öyküden bahsetmeliJ). Kısa olmasına rağmen, uzun bir öykünün yarattığı etkiden daha fazlasını yaratmayı başarıyor. Özenle, titizlikle seçilmiş cümleleriyle, söylediklerinden çok söylemeden hissettirdikleriyle ince işçiliğin en güzel örneklerinden biri bu öykü. Yağmuru, kargası, Murat 124’ü, köpeği, siyah şemsiyeleri ve şarkısıyla iliklerimize kadar işliyor.
“Atbaba”, hayalle gerçeğin yine karıştığı hüzünlü, sade, tipik bir Kavukçu öyküsü. Babasının cahilliği sonucu bir gözünü kaybeden, yalnız, kimseye bir zararı dokunmayan, tek düşüncesi öğlen yemeğinde bugün ne yiyeceğine karar vermek olan “Bezzaz Tekfar”ın öyküsü. Başkaları tarafından görülmeyen, görmezden gelinen, merak edilmeyen biri o. Ne gerçekleşmeyen çocukluk hayalleri ne babasının bırakıp gittiği kumaş dükkânında çalışırken hissettikleri kimsenin umurunda olmayan Tekfar. Sadece gözleri değil, kendi de hayata kapalı biri o. “Görülecek ne vardı ki?”
“Elifba”, bir türlü kurtulamadığımız korkularımızın, inansak da inanmasak da ya doğruysa diye çekindiğimiz hurafelerimizin öyküsü. Çocukluğumuzda öğrendiğimiz korkular, sorgulayan akıldan yana değil; ezbere, ataların taklidi olarak yaşanan hayatlar ve asırlardır kıramadığımız zincirlerimiz. Emin’in korkuları sadece ona mı ait? Körpe beyinlere hayat boyu kurtulamayacakları korkular işleyip, sonra sağlıklı düşünmelerini, bir işin doğrusunu düşünüp yapmalarını beklemek ne kadar gerçekçi bir yaklaşım?
“Özel Bir Gün”, emekli olmuş ama henüz çok yaşlanmamış iki arkadaş olan Ersin ve Serkan’ın buluştukları lokalde kendilerinden on/on beş yaş büyük bir grup insanla karşılaşmalarını anlatıyor. Hayatın bize emanet verdiği rütbeler sökülmüş, hatıralar elimizden alınmış, unutma ve unutulmanın mukadderat olduğu zamanlara gelinmiş. Her şey belleklerden silinirken şimdilik onlar gibi olmadıklarına sevinen Ersin ve Serkan’a gülüyor birkaç yıl ilerde sabırla bekleyen zaman.
“He”, iki harfli, tek heceli çok şey anlatan bir sözcük. Yazar, “Bir soru değil, ünlem değil, kimseye yöneltilmeyen, kendi kendine mırıldanıyormuş gibi, iki cümle arasındaki soluk alış gibi” diye tanımlıyor “He” sini öykü içinde. Geçen hayatlar, sonradan ortaya çıkan huylar, açgözlülük, hırs, onaylamasa da mücadele edecek gücü kalmadığı için ya da ortada mücadele etmeye değecek bir şey olmadığı için sessizce kabulleniş var bu öyküde. Bazen çocukken büyüklerin bazı tavır ve sözlerini o an anlayamayız. Yaşanmışlıkların ardından yaş kemale erince, işte o zaman “He” nin, o tek hecenin içinde ne kadar çok şeyi barındırdığını kavrarız.
“Bir An Ya Da Her An”, hastanedeki odasında karşısındaki aynadan geçen görüntülerle konuşan/düşünen yaşlı, yalnız bir adamın öyküsü. “Her acının, hırsın, beklentinin, arzunun, yıpratıcı düşlerin yorulup soluğunu tüketeceği bir nokta vardır ve ben oraya varmak istiyorum. Bunun için her şeye katlanacağım. Çünkü aradığım huzur orada.” Hayat hep bir arayış ve bulamayış değil midir? Ya bulduğumuz durmaz değişir ya da bulduğumuz zannettiğimiz şey değildir.
“Aynama dedim ki, bu rüyanın devamını göster bana.
Gösteremem dedi ayna, rüyaların devamı olmaz.
O zaman bununla ilintili ikinci bir rüya göster bana.
Bütün rüyalar birbiriyle ilintilidir.”
Hepimiz kendi rüyamızı gerçekleştirmek isterken başka rüyaları bozmuyor muyuz? İnsan ve diğer tüm canlılar birbirine bağlı değil mi? Kitaptaki son öykü olan “İprik”te aslında bu soruma yanıt veriyor Kavukçu. “İkinci rüya şöyle başlıyordu.” Cümlesiyle başlayan “İprik” öyküsünde rüya, hayal ve gerçeğin birbirine karıştığı Kafkavari bir ortamda buluyoruz kendimizi. Aslında yazar, önceki öyküden yeni öyküye geçerken bize bir şekilde sadece tüm rüyalar değil, tüm öyküler de birbiriyle ilintilidir demek istiyor sanki. Kolları bağlı, kirpi olmak isteyen ve neden bir başka hayvana değil de kirpiye dönüşmek istediği hususunda sorguya çekilen bir adam var öyküde. Sonunda isteği kabul oluyor ve kirpiye dönüştürülüyor. Ancak, “Balyozla Balık Avı” öyküsündeki iki Bulgar muhacirinin yoluna çıkıyor kirpimiz. Balyozu yiyerek tersi dönen kirpi oluyor iprik. Böylece, “Balyozla Balık Avı” ile başlayıp “İprik” ile sona eren öykü çemberi tamamlanıyor.
Yayımlanmış bütün kitaplarıyla bir bütün olarak düşünüldüğünde, Cemil Kavukçu neden geniş yelpazeli bir okur kitlesine sahiptir sorusunun yanıtının, yazarın kelime oyunlarına girmeden, toplumun her kesimini kapsayan, samimi bir dille yazıldığını hissettiren, en yoğun duygusal durumları dahi, büyük bir sadelikle, duygu sömürüsü yapmadan anlatabilme başarısında yattığını düşünüyorum. Önyargılardan arınmış, kimseyi küçümsemeyen, başkalarıyla değil sadece her iyi yazar gibi kendisiyle kavga eden, her yaştaki toplumun her kesimindeki insanların yüreklerinin bir yerlerine fazla değil, hafifçe dokunup geçen, yazdıklarıyla yitip giden insanlara kadirşinas yaklaşımıyla “İşte geldik gidiyoruz”u sızlanmadan hissettiren, dozu iyi ayarlanmış hüznüyle, zaman zaman dejavu yaratan ince fırça darbeleriyle zor olanı herkesin anlayabileceği sadelikle anlatmayı başarmış bir yazar Kavukçu. Kökenini unutmayan, kasabayı da şehri de insanlarıyla, sohbetleriyle iyi tanıyan, tüm canlıların aynı gemide olduğunu bilen bir yazar. Yaşarken görülmeyen, görmezden gelinen insanların, bundan bir öykü çıkmaz sanılan konuların anlatıcısı O.
Ahmet Erdemli – edebiyathaber.net (2 Eylül 2019)