Sema Kaygusuz’un son romanı Barbarın Kahkahası‘nda yazar, bir otelde tatilini geçiren insanlardan yola çıkarak, bize yaşamımızın çarpıklıklarını, küçük hesaplarımızı, çocukluğu, ikili ilişkilerdeki iktidar çekişmesini, insanın doğa karşısında anlamsızlığını ve hissizliğini, farklı olana karşı geliştirilen ön yargı ve nefreti zengin bir alt metinle okuyucuya sunuyor.
“Barbarın Kahkahası” kitabı ile ilgili öncelikle bahsedilmesi gereken oldukça anlamlı olduğunu düşündüğüm kitabın başlığı ve “barbar” kelimesi. Barbar kelimesi genellikle; “vahşi”, “yabani”, “ilkel” gibi anlamlarda kullanılırken, özellikle “uygar” ve “modern” olmayanın vurgulandığı bir dönemin önemli sosyal bilim kavramlarından birisi olarak çıkarak karşımıza. Her topluluğun kendince farklı bir yaşam tarzı olabileceği göz ardı edilerek oluşturulan bu bakış açısına göre; kendisine “uygar” diyen toplumlar, kendileri gibi olmayanları “barbar” ilan etmişler ve onlara kendilerince “uygarlık” götürme uğraşında bulunmuşlardır. “Uygar” insan, onca savaş aracını gerecini üreten, doğayı tam anlamıyla faydacı bir anlayışla tüketen, dünyayı çöplüğe çevirip, iklimi değiştiren, Somoa yerlilerinin adlandırmasıyla; “göğü delen adamlar” yani bizler. Kitabın başlığı bana bunları çağrıştırırken, sadece yaşam biçimleri farklı olduğu için “barbar” olarak tanımlanan toplulukların kitapta otelde yaşananlara, doğasına ve kendisine bu kadar yabancılaşmış insana bakıp, gerçekten kahkaha atmazlar mıydı? diye düşünmeden edemedim.
Kitabın en önemli vurgularından birisi otelde yaşanan bir olay üzerinden şekilleniyor. Şöyle ki, belli günlerde oteldeki herhangi bir yere, bilinmeyen birisi çişini yapar, bazen otelin çarşaflarına, bazen otelde kalanların havlusuna. Olay o kadar büyütülür ki otel sahibi çiş mevzusu her yaşandığında indirimler yapmak, tavizler vermek zorunda kalır. Buradaki ilginçlik bana göre; her anlamda pisliğe batmış günümüz insanının etrafında yaşanan onca acıya neredeyse ilgisizken, steril, rahat, itaatkȃr yaşamlarına damlayan çişten bu kadar rahatsız olmaları. Dünyada her gün onca olay olurken hiç sesini çıkarmayacak tipteki karakterlerimiz, bu olayda o kadar çok konuşup, oflayıp puflarlar ki sanki dünyanın en büyük savaşı çıkmışta ortasında kalmışlar. Çünkü bireysel olarak kendi kaygıları, dört duvar içerisinde geçirdikleri kış sonunda çıktıkları, neredeyse her ȃnı planlı tatilleri yani günümüz insanının dar kalıplara sıkışmış yaşamı ve hiçbir şeyin bozmasına izin vermek istemeyecekleri rahatlıkları. Yazarın şu cümleleriyle tam olarak ifade ettiği gibi; “Kokusunu alamadıkları bütün felaketler, bir fotoğraf ya da televizyon ekranında çerçevelenmiş bütün açık yaralar, iç içe çerçeveler içinde bir çerçeveyle sınırlıydı. Orada acılar kötü kokmuyor, bellekte iz bırakmıyordu. Oysa bu kez, içi sünger kırpığı dolu yer minderlerinden yükselen ağır idrar kokusunu soludukça, minderler esas anlamını kaybediyor, böylece çok fena hassaslaşıyor, pek kötü kırılganlaşıyordu tatilciler.”
Otelde yaşanan olayın etkileri devam ederken, çişi kimin yapmış olabileceği tatilcilerin en önemli konuşma konularından olur. Elbette bu “pis” davranışı yapan ya sınıfsal olarak en altta olanlardan olacak ya da çoğunluk olmayanlardan. Bu nedenle önyargı ve nefretli sözler otelde kalan eşcinsel çifte yönelir. Romanın milliyetçi karakteri Okan Bey kusar tüm nefretini; “Onlar gibiler hem efendi hem de karı gibi feminist olurlar. Kıl, tüy, kedi, köpek, kıytırık bir ağaç için ortalığı ayağa kaldırır ama iş askerliğe gelince aynen sıvışırlar. Kürtçü olur bunlar, Ermeni, Rum dostu olurlar, en sonunda gelir üzerimize işerler.” Farklı olan birçok olumsuzluğun sebebi olarak görülür egemen tarafından. Algısı zaten “kirlidir”. Ortamda olumsuz bir durum yaşandığında gözler hemen “onlara” çevrilir. Çoğunluktan değilse mutlaka olumsuzluk onunla ilgili olmalıdır çünkü. Olayı oldukça büyüten ve bir şekilde konuyu nefret söylemine dönüştüren Okan, toplumda her gün rastladığımız, sadece gündelik kaygılarıyla hareket eden, ortaokuldan kalma ezber resmi tarih bilgisiyle egemenin dışında kalanı sadece düşman olarak görebilen, aslında çok da yabancı olmadığımız bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Böylece yazar bir anlamda çiş metaforunun “pislik” algısından yola çıkarak, ötekiye yönelik bilinçaltındaki “kirlilik” algısı arasında oldukça önemli bir bağlantı kuruyor.
Sema Kaygusuz kitap boyunca farklı karakterler üzerinden farklı konuları ele almış böylece ortaya bir baş roman kahramanı çıkmamış. Her karakter kendi hikȃyesinin kahramanı olmuş da diyebiliriz. Örneğin insanın hayvanla ilişkisi Melih adlı karakterin balık temizleme hikȃyesi üzerinden anlatılmış. “O teknede elimde bıçak, avucumda kıvranan balığa bakakaldım. Hayvanın gözü var ama ifadesi yok. Dakikalarca avucumda ifade aradım. Bu bile insan hilesi. Acıyı göremeyince canı yanmıyormuş gibi düşünüyorsun… Böyle böyle onlarca balığı bir bir temizledim. Bir baktım, dirseklerime kadar pembe kan içinde kalmışım.” Günümüz insanı için hayvan sadece bir tüketim malzemesi, marketten aldığımız herhangi bir malzeme ile hayvani ürün arasında hiçbir fark görmüyoruz belki de. Onun daha bir ya da birkaç gün öncesinde canlı bir varlık olduğunun farkında bile değiliz. Melih’in balıkları temizlerken aradığı ifade umurumuzda değil çünkü onun mezbahalarda ne şartlarda kesildiğinden habersiziz. Evet, acıyı görmeyince, hayvanın canının yandığını aklımıza bile getirmiyoruz. Onu bir nesne olarak algılayıp, canlılığını değersizleştiriyoruz. Ancak Melih acı ifadesi göremese de, gömleği kana bulanıyor. Aslında bu kan hepimize bulaşan, acısını ifade edemeyen hayvanların kanı.
Kısaca, Sema Kaygusuz’un “Barbarın Kahkahası”, bir motel dolusu insan üzerinden bu günün dünyasına ve insanına dair pek çok şeyi vurgularken, uygarlığın insanıyla alay eden bir “barbar kahkahası” duyuruyor uzaklardan. Bir roman ile anlatılan bizim büyük kirlenmişliğimiz de diyebiliriz sanırım.
Emek Erez – edebiyathaber.net (24 Haziran 2015)