2018 yılında, büyük bir heyecan uyandırarak başlayan Sus Barbatus! serüveni, 2021 yılının ekim ayında üçüncü cildin yayınlanması ile tamamlandı. Bu sürede duygularımızın merak ve heyecanla yükselen bir grafik göstermesi elbette Sus Barbatus! serisinin hiç düşmeyen ritmi ile ilgili.
Sus Barbatus!’u eline alan herkes, masalsı, gerçek bir kurmaca ile karşılaşmayı bekliyor muydu, bilmem. Aslında Faruk Duman okuru, bunu beklemeliydi. Çünkü Sus Barbatus!’un gelişi çok önceden duyulmuştu. Yazar, dünya edebiyatının da Türk edebiyatının da yapı taşı /aslında başlangıcı/ olan masallara ve destanlara hayranlığını ve doğaya, doğanın gücüne minnetini önceki eserlerinde zaten okuruna duyurmuştu. İncir Tarihi, kendine has anlatı dilini yakalamış, masalsı, düşündürücü, zaman zaman felsefi, doğayı yine kurgunun içine dahil eden bir romandı. Köpekler İçin Gece Müziği, doğanın hem kahraman hem mekân olduğu, olağanüstülükler barındıran, yine üst dil kullanılan bir romandı. Doğa Betiği, “Bir ağacın kökünden tomurcuğuna kadar tüm ağaçlara,” bir karıncanın su içtiği zerreye kadar tüm doğaya adanarak yazılmış, üstelik bir vaşağa armağan edilmiş bir anlatıydı. Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur ise zaten girişte okuru bekleyen cümle ile kendini okura teslim eden yazarın doğa ve hayvan tutkusunu mühürleyen bir kitaptı: “1974’te Beypazarı’nda vurulan son Anadolu Parsı’na adanmıştır.”
Bundan öte ne olabilirdi? Bundan ötesi Faruk Duman’ın kendi sözcükleriyle: “Kendine meydan okuyacağı” bir başka roman olacaktı kuşkusuz. “Doğanın dilini kullanarak,” sezgileriyle, tanıklığıyla yazabileceği, gidilebilecek en uç noktaydı. Bu nedenle Sus Barbatus! aslında bir sürpriz değil, yılların birikimi ve emeği ile planlanarak okura sunulmuş, Türk Edebiyatı’na büyük bir katıdır, kuşkusuz.
Sus Barbatus! 1682 sayfa, 3 cilt. Faruk Duman’ın son çalışması. Artvin’de dinlediği bir hikâyeden yola çıkıyor. Bir adamın yoksulluktan evine yiyecek bir parça ekmek götürebilme telaşı ile bir domuz vurup onu satmaya karar vermesiyle başlıyor. Birinci cilt, çoğu kimsenin kitabı almadan önce ilk kez duyduğu “Sus Barbatus” kelimesinin karşılığını aramakla, romanla ilişkilendirmekle, merakla okunuyor. Kitabın derinlerine indikçe okur, hayal edilenin ötesinde, gerçek mi sanrı mı olduğunu bir anda anlayamadığı, sonra o büyülü atmosferin aslında gerçek zemin üzerinde okuyucuyu içine aldığını görüyor. Üç cildin baş kahramanı, kitaba adını veren Sus Barbatus, daha ilk ciltte vuruluveriyor. Ölmüş bir kahramanın bin altı yüz küsür sayfa daha kendini yazdırabilmiş olması, yazarın da o kahramanla birlikte okuru o büyülü atmosferde hiç düşmeyen bir tempoyla dolaştırıyor olması, Faruk Duman’ın anlatım farklılığı, yani konuşma biçimini esere yansıtması, dili kullanırken unutulmuş ve yöresel kelimelerden faydalanması, mitolojik karakterler ve eylemlerle eseri zenginleştirmesi ile ilgili elbette.
Romanda, Sefiller’in çözümleyici bir anlatımla kurguya dahil edilmesi ise Sus Barbatus!’un zemininde yatan mücadelenin, Türkiye geçeğine somut bir işaretidir, kanımca. Evet, birinci ciltte soğuk, karlı, ayaz, buz gibi bir atmosfer okuru bekliyor. Ve okur, Türk Edebiyatına kazandırılmış yeni, farklı kahramanlarla tanışıyor. Türk siyasi tarihinin acımasız bir dönemine doğru yol alan romanın kırsal bölgede devletle halkın birbirinden ne kadar uzak olduğunun altı çiziliyor. Öne çıkmayan bu gerçek, romanın arka planında capcanlı kalarak, okuru merak içinde bırakıyor. Romanın baş kahramanı Sus Barbatus’un, yani bir yaban domuzunun öldükten sonra neler yapabileceği, yazarın tecrübesi ve eşsiz masalsı anlatımı ile okura sunuluyor. Birinci cilt, Çıldır Gölü’nün dibine düşen kahramanlarla bir masal kadar büyülü görselsi anlatıyı hafızalarımıza kazıyarak, tamamlanıyor.
Faruk Duman’ın doğa sevgisi ve bunu eserlerine katışı aslında her doğa unsurunu bir karakter olarak görüp onları dilin verdiği sonsuz yetkiyle anlatmasıyla ilişkilidir. Yağmur da rüzgâr da sis de kırmızı bir kartal da bir domuz da insan gibi çıkarımları olan canlılardır. Bu sebeple Duman’ın her doğa anlatımı aslında insana dairdir. Bir buçuk yıl aradan sonra rüzgârın, yağmurun, suyun konuştuğu, ormanda yaşayan tüm canlıların kişiselleştirildiği, efsaneden masala, masaldan Türkiye gerçeğine uzanan, aynı akıcılıkla ve gittikçe yükselen ritimle, yeni karakterlerle Sus Barbatus! 2 okurla buluşur. Karın donduruculuğundan uzaklaşıp “lacivert ormanlar”ın içine girer okur. Nefis betimlemeler bu ciltte de vardır: “Kırmızı çığlıklar, kara saçaklı bulutlar” “Yağmurun böğürtüsü”, “Suyun cana yakınlığı”, “Rüzgârın soluğu”, “Ormanın öfkeden deliye dönmesi” gibi. Faruk Duman, okuru yağmurlu sisli bir atmosfere çekerken, olağanüstü güzellikte yeni karakterlerle de tanıştırır. Rüzgâr gibi uçan bir at, CENNET, Gökyüzünden düşen bir ceylan, GÖKYÜZÜ, rengârenk ve şahane öten bir kuş, DİLBER gibi, KARAGÖZ gibi… Kahramanlar da capcanlıdır: Civan Yusuf, Elif, Ece, Âşık Kerem gibi. Belki de kahraman Âşık Kerem’le işaret edilen, asıl hikâyecilerin âşıklar olduğudur… Kim bilir? Birinci ciltteki Sefiller’in etkisi Sus Barbatus!2’de Maupassant’ın “Horla”sı ile devam eder. Faruk Duman eserine klasikleri katmaktan çekinmez. Dahası bu özgüvenle eserine başka bir boyut katar. Okur bu boyutla ilerler, orman içinde maceradan maceraya koşarken, arkada derinde yine Türkiye gerçeği vardır. Çaresiz kalmış, kendi adaletini kendi bulmaya çalışan, devletten ümidini kesmiş, kendi düzenini kurmak isteyen gençler, devrimci aydınlar vardır. Oradan oraya sürüklenip merak içinde bekleşip ama elinden geleni de yapmaktan çekinmeyen, “acımadı ki” diyen çocuğun direnç ve inadında olan karakterler. Aynur mesela. Pratik zekâlı, çevik. Murat, Ferit… “Acıyı bal eyleyen” Gülşen, Fındık… Özgürlüğe muhalif olan, bugün bile etrafımızda sıkça gördüğümüz Kadir Ağa’lar… Bu maceranın sonu nereye varacaktır? Okur haftalık tefrika bekler gibi heyecanla beklemekte iken bir sene sonra 2021’in ekim ayında bu bekleyiş biter. Sus Barbatus!3 okurlarıyla buluşur. Faruk Duman eseri için “Siz romanınızı nasıl tanımlardınız?” sorusuna romana yakışır bir tanımlama getirir: “Özgür bir roman.” “Kimin hikâyesidir?” sorusuna yine esere yakışan tarihi bir cevap verir: “Türkiye’nin, Anadolu’nun ve Türkçe’nin hikâyesi,” der.
Barbatus gerçekte de yazarın söylediği gibi, bir dil romanı, bir görsel şölen, doğa romanı, halk romanı ve politik bir romandır. Her açıdan değerlendirilmesi olağan, zengin bir romandır.
Üçüncü ciltte yine akıllarda kalan kahramanlar ve karakterler vardır. Okur nitelikli bir eseri okumanın tadına varır. Aynur’un yoldaşı COCO, dağa bayıra dayanan son deve DAVUT, pınardan boncuk toplayıp dünyadaki son eyeri yapan Dede Sultan ve korkusuz, güçlü mü güçlü Kemal, bunlardan bazılarıdır. Fakat Faruk Duman roman sanatının gidebileceği en son noktaya kadar gitmiş ve Savaş ve Barış’ın kahramanı Piyer’i Sus Barbatus!’un içine alarak onu da romanın kahramanı yapıvermiştir.Sus Barbatus! 1979 kışından 1980 sonbaharına uzanan bir romandır. Üçüncü ciltte saf okurun beklediği o yaz sıcağı anlatılmaz. Belki de karın ve yağmurun kahrını çekmiş okur bunu hak etmişti ama Faruk Duman sıradanlığı sevmez ve bekleneni yapmaz. Son ciltte siyasetin, devrim çabalarının sesi daha ağırlıklı duyulur. Biraz daha kırsaldan şehre geçilmiştir. Devlet tarafından bastırılmak istenen toplumsal bir hareket vardır. Kahramanlardan Aynur ve Orhan hapishanededir. Her yerde isyan ve bir bilinmezlik vardır. Faruk Duman kırsaldan şehre uzanan bu süreci öyle ustalıkla yapar ki doğa ile üşüyüp, ıslanan, donan okur, arka plandaki siyasi gündemin gerçeğine öyle kapılır ki kırsalı unutup tamamen devrimci gençlerin peşine düşer. Faruk Duman burada da bekleneni yapmaz. İhtilalin sesini duyurur, resmini çizer ama detaylı görüntüsünü vermez. Romanı bitirir.
Faruk Duman, Sus Barbatus!’u da kuşkusuz tutkuyla yazmıştır. Yaptığı işe inanmıştır. Eserine hak eden bu ilgi için, “Kahramanlarımı seviyorum, sevdiğim için iyi anlatıyorum,” diyerek aslında sadece okuruna iyi bir eser vermekle kalmayıp, yazar adaylarına da “Yaptığınız işin neresindesiniz?” diye düşündürmüştür, kanımca.
Faruk Duman’la yaptığımız söyleşilerde Sus Barbatus! okurlarını dinlemek, kitabın sayfalarında gezinmek kadar etkileyicidir. Roman kahramanlarıyla aynı ıstırabı çekmek, mesela kitap çuvallarını karakola taşırken Gülşen’in acısını hissetmek, ya da Barbatus!’un gömülü olduğu o kar mezarının üzerine konan o kartalın gözüyle açlığı anlamak, Jilet’le o sınırsız ormana dalmak, Civan Yusuf’la at koşturmak, Coco ile Aynur’a ümit olmak, tüm bunları okurlardan dinlemek de eğlenceli kuşkusuz. Mustafa Öğretmen’de kendi babasını bulan okurla, evde kitabı birbirinden önce okuma yarışına girenleri, ilk cildin sonunda, “Faruk’la Aysel gölden çıkacak mı? Öldüler mi yani?” diye meraktan ölenleri dinlemek ve kuşkusuz bu önemli romanın sürecine dahil olmak gurur verici. Birinci ciltte karın soğunu hissedip, okurken kat kat giyinip üşüyenleri, ikinci cildin yağmurlu sahnelerinde ayaklarının ıslandığını söyleyenleri, son ciltteki güneş gibi aydınlık içinde olduklarını dinlemek, söyleşilerin en zevkli anıydı.
Sus Barbatus!’u diğer romanlardan ayıran, edebiyata yeni bir anlatı türü katmış olduğunu düşündüğüm gerçeküstü, masalsı anlatımı bir kenarda tutup, romanın gerçek bir zemin üzerine oturtulmuş olması, siyasete dayandırılmadan, tarihsel bilgelikten uzak, toplumsal gerçeğin varlığını okura veriyor olmasıdır. Bir eseri bu kadar hacimle, heyecanından bir şey eksiltmeden yazabilmek ve okutabilmek dil ustalığıdır, yazarın başarısıdır.
edebiyathaber.net (13 Ocak 2021)