“Sanatın amacı sanatı meydana çıkarmak ve sanatçıyı gizlemektir.”
Oscar Wilde‘ın “Dorian Gray’in Portresi” kitabının önsözünün açılışı olan yukarıdaki cümle “Veciz Sözler“de alıntılanıyor Barış Bıçakçı tarafından. Alıntının ardından “Veciz Sözler”in kahramanı Sulhi Saygılı’yla başbaşa bırakıyor bizi “sinek ısırıklarının müellifi”:
“Sulhi bu cümleyi okuyunca derinden sarsıldı. Hasan’la sanat üzerine yaptıkları konuşmaları düşündü gülümseyerek, mutlu oldu. Sonra cümleyi tekrar okuyup kendi kendine mırıldandı: ‘Ne kadar da beceriksizce yapıyoruz bazen bunu.’ Doğrusu bu ya, ben de aynı fikirdeyim.”
Veciz Sözler’deki anlatıcının ağzından görünmezliğinin nedenini aktarıyor bize. İzafi Dergisi’nin hakkında dosya hazırladığı sayısında 2008 Frankfurt Kitap Fuarı Kataloğu’ndan alınarak O’ndan izinsiz kullanılan fotoğrafı dışında tek bir fotoğrafına ulaşamıyoruz Barış Bıçakçı’nın. Röportaj vermiyor. Sosyal medyada yer almıyor. Okurların karşısına kanlı canlı bir adam olarak çıkmıyor. Yalnızca adı ve sözcükleri var.
Bir filmi izlemeye başladığımızı varsayalım. Bu başlangıç aşamasında yaşamdan sıyrılır ve kendimizi filmin yarattığı kurgusal dünyaya teslim ederiz. İçine girdiğimiz dünyanın kurgu olduğunu bilsek de aslında bilmiyormuş gibi davranırız. Kendimizi ıstıraplı ve sıkıcı yaşamdan soyutlamanın bir yoludur bu. Eğer filmdeki karakterlerden herhangi biri kameraya bakarsa zihinsel ön kabullerin sonucu olan, kurgusal gerçeklik taşıyan dünyadan kopuş gerçekleşir. Barış Bıçakçı bunu kavramış bir yazar olarak kamerayı yadsıyor. Sözcüklerle yarattığı kurgusal dünyanın kendi görüntüsüyle inandırıcılığını yitireceğinin bilincinde. Aslında kendisi yokmuş, sadece sözcükleri varmış gibi davranıyor. Sözcüklerinin var olmak için kendilerinden başka bir nedene gereksinimi olmadığını algılatıyor böylece. Oscar Wilde’ın dediği gibi “sanatı meydana çıkarıp sanatçıyı gizliyor”. Yaşarken kimsenin okumadığı ama ölümünün ardından okunmaya ve değeri bilinmeye başlanan yazarlar arasında konumlanıyor. Olması gerektiği gibi, bilerek, kayıtsızca; yaşarken kendini öldürüyor. Sanatçı olarak tanınmak değil istediği; sanatının tanınması.
Sanatının niteliği ise doyuma ulaştırıyor okuru. Berrak, gerektiği kadar kısa, iç bütünlüğünü tamamlamış cümleler… Mermer bir küp düşünün. Barış Bıçakçı o küpü ustaca yontuyor ve yontma işini tam anında bırakıyor. Son olarak zımparayla çapakları temizliyor. Böylece seyrine doyum olmayan bir heykel buluyoruz karşımızda, sözcüklerden oluşan, Rodin’e göz kırpan…
Büyük olaylara gereksinim duymadan, günlük insan davranışları üzerinden bir gerilim kuruyor. Balkonun korkuluğuna dirseklerini dayayıp bir ayağını çaprazlama ötekinin üstüne koyan karakterlerde kendini seyrediyor okur. “Aa, cidden böyle,” dedirtiyor, “Vay be, bunu da tespit etmiş.”
Ölümünün ardından -ne yazık ki ölümünün ardından- Milli Eğitim Bakanlığı’nın ders kitaplarında Sait Faik, Yaşar Kemal, Oğuz Atay gibi yazarlarla birlikte anılacak Barış Bıçakçı’nın adını tarihin en büyük yazarları arasına sokması içinse yapması gereken bir şey var: Söz dizme alanındaki yetkinliğini daha hacimli eserler üretmek için kullanmak. Çünkü bugüne kadar yayımlanan yedi kitabı da müthiş bir edebi zevk verse de başyapıtı olarak nitelendirebileceğimiz bir büyük kitaba ihtiyacı var. Victor Hugo denilince Sefiller’in, Dostoyevski denilince Suç ve Ceza’nın, Gabriel Garcia Marquez denilince Yüzyıllık Yalnızlık’ın akla gelmesi gibi Barış Bıçakçı denilince bir kitap gelmeli akla.
Popüler kültürün niteliksiz eserleriyle vakit yitirmektense bir ustayı okumalı. Belki okumanızın sonunda “Ee yani, ne oldu şimdi?” diyeceksiniz ama bu soruyu sordurmayan kitapların aksine Barış Bıçakçı’nın yazdıkları sizinle kalacaktır siz fark etmeseniz de.
Kutluşad Seferoğlu – edebiyathaber.net (20 Aralık 2013)