2020 yılına girdiğimiz geceyi anımsıyorum. Uzun zamandır yaşamadığımız şekilde mutlu bitirmiştik yılı. Eğlencesi çok ortam, sevdiğimiz arkadaşlarımız… Yeni planlar da yapmıştık kısa vadeli. Güzel günlerin bizi beklediğini düşünmüştük, umut etmiştik. Sonra Mart ayı geldi. Ne olduysa ondan sonra oldu işte. Kitaplarda okuduğumuz, filmlerde izlediğimiz bir dünyayı yaşar olduk. Hani masal diye anlatsalar gecenin bir vakti, uyku falan kalmaz, yatağın ortasında otururuz öyle. İnsanın en sevdiklerine sarılamaması ne demek, öğrendik bu süreçte. Öyle ki; kendimizden daha çok onlar için yaşadık, onları hasta etmemek için uzak durduk. Sevginin çokluğu yakınlaşmayla değil, uzaklaşmayla ölçülür oldu. Hâlâ da farklı sayılmaz eskisi kadar olmasa da. İnsanız tabii, umut etmekten de vazgeçmedik. Bugünler de geçecek, tekrar biraraya geleceğiz, dedik. Gelmeye de başlamıştık, bu defa başka sorunlar baş gösterdi. Bundan sonra da başımıza bir şey gelmez, daha ne yaşayabiliriz ki dedik, keşke demeseydik. Nükleer savaş dillendirilmeye başlandı. Nasıl bir çağa denk geldik yahu diyerek tüm umutsuzluğumla kitaba geçmek istiyorum. Çünkü tam zamanı.
1996 Kardak krizini benim yaş grubum ve bizden biraz daha önce olanlar net şekilde hatırlıyordur. Bir hafıza tazelemesi bu kitap. Daha ilk satırları okurken, acaba 1996’yı mı anlatıyor derken “Umarım işler büyümez annecim, yıllar önce de olmuştu ya” tümcesi, kitabın güncel bir korkuyu ele aldığını anladım. Mehmet Atilla, Tudem tarafından yayımlanan “Hayal Rüzgarları”nı yazarken hiç hatırında yoktu muhtemelen bu günler ama kaderin cilvesi, gündemle örtüştürüverdi kitabı. Sadece rastlantı diyerek geçiştirmek, yazarın duyarlı kalemine de haksızlık olur aslında. Bugüne dek gündemi hep yakalamıştır o. Açıktan ilan edilmese de bir üçleme olarak ele alınabilecek üçlemenin diğer iki kitabı Yapboz Çocukları ve Güvercin Adımları’nda da bunu görebiliyoruz.
“Hayal olmadan gerçeğin atına binemezsin” diyor yazar. Kitap da tam olarak böyle kurgulanmış. Bir gerçekliği okuduğumu düşündüm baştan sona. Sona geldiğimdeyse tüm olan bitenin çocukların hayali olduğunu gördüm. “Büyüklerin zayıflattığı umutları yeşertmenin böylesine zor olacağını hesaplayamamışım” diyor kahramanımız ya da kahramanlarımız. Meltem, Poyraz, Bora… Bu kıyının çocukları. Tifonas, Notos, Anemos… Karşı kıyının çocukları. İki yakanın düşmanlaştırılmaya çalışılan çocukları. Her biri ayrı bir rüzgar. Mehmet Atilla ustalığı diye bir şey var ve en güzel örneklerinden biri de bu tarzdaki yaklaşımıdır. karakterlerin tamamı rüzgar türü ismini taşıyor. Hangi dilde olursa olsun. Adları ve amaçları bir. Savaş olasılığını yok etmek. “Hayal Rüzgarları” barışa vurgu yapan bir kitap. Umudun çocuklarda olduğunu hissettiriyor. çocuklara “güzel bir gelecek var ve bunu siz inşa edeceksiniz” mesajı veriyor.
Mehmet Atilla’nın okurları bilirler. Kitaplarını yanyana koyunca birbirini tekrar eden (konu-kurgu, dil) kitaplarla karşılaşmak olası değil. Bu kitapta da kahramanına “sen” dilini kullandırmış ki, bununla da ilk defa karşılaşıyoruz bir Mehmet Atilla kitabında. Ayrıca çocuk edebiyatında pek rastlanan bir dil kullanımı da değil.
“Hayal Rüzgarları” usta işi bir roman denilerek kısaca nitelendirilebileceği gibi, hacmine göre çok daha derinliği olan bir kitap övgüsünü de hak ediyor. Hem de fazlasıyla.
Barışın hayalini kuranlar ve çocuğum barıştan yana olsun diyenler “Hayal Rüzgarları”nı çok sevecekler.
edebiyathaber.net (17 Ekim 2022)