Başak Sayan: “Öğretisi beni müthiş etkiledi ve Hallâc-ı Mansûr’u anlatmaya karar verdim.”

Mart 29, 2019

Başak Sayan: “Öğretisi beni müthiş etkiledi ve Hallâc-ı Mansûr’u anlatmaya karar verdim.”

Söyleşi: Adalet Çavdar

Pek çoğumuz Başak Sayan’ı televizyon ekranlarında tanıdık, televizyon öyle hızlı değişen bir zemin ki hangimiz hatırlıyor bilemiyorum. Aslında dört roman yazmış Sayan. Ben ilk defa kendisinin yazdıklarıyla Nigâhdar romanıyla tanıştım. Pek çok konuyu ve türü beraber sunan bir roman Nigâhdar. Tarih, polisiye, gerilim, tasavvuf, dinler tarihi ve her şeyden önce kişinin kendini keşfi ve hayatın peşinden koşmak yerine, hayatı değiştirme talebi üzerine 536 sayfalık bir hikâye.

Oyunculuğu bir süre önce bıraktığını açıklayan Başak Sayan bundan sonraki hayatına yazarak devam edeceğini söyledi. Başak Sayan ile İnkılap Yayınları tarafından yayınlanan Nigâhdar romanını ve yeryüzüne inanç meselesini konuştuk.

Öncelikle size romanın adını neden Nigâhdar adını seçme nedeninizi sormak istiyorum. Bekçi, gözcü, koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı anlamlarını taşıyan bu Osmanlıca sözcük romanın İstanbul, New York, Bağdat ve başka şehirlerde geçmesiyle nasıl bir örtüşme sağlıyor mu? Neyi, neden, kimden koruyoruz?

Nigâhdar Osmanlıca koruyan muhafaza eden demek. Romanın ana eksenini Hallâc-ı Mansûr’un kayıp risaleleri üzerine kurdum. Bu risalelerde saklanan bir sırrı asırlardır koruyarak günümüze gelmesini sağlayan muhafızlara bir isim bulmam gerekiyordu. Eşim Osmanlıcaya meraklıdır. Ben bu arayış esnasındayken bana Nigâhdar kelimesinin bu anlama geldiğini söyledi. Daha söyler söylemez çok sevdim. Ve kitabın ismi bu şekilde ortaya çıkmış oldu. Kitap iki ayrı zamanda geçiyor. Biri 9. Yüzyıl Bağdat’ı, diğeri ise günümüz New York’u ve İstanbul’u. Kayıp risalelerde saklanan sır öyle güçlü bir sır ki tüm dünyadaki egemen güçlerin saltanatını sarsacak, güçlerini ellerinden alacak ve tüm dinlerin temelini sorgulatacak bir sır. Saklanması bu yüzden. Bu denli etkili bir sırrı koruyanlar kadar ele geçirmek isteyenler de olacaktır elbette. Kitapta bu güçlerin oynadıkları oyunları ve bu oyunların toplumları, devletleri, siyasi olayları nasıl etkilediğini de görüyoruz bu nedenle.

Roman M.S. 900’lere kadar uzanıyor. Nasıl bir çalışma süreci geçirdiğinizi sorabilir miyim?

Bugüne kadar yazdığım romanlar arasında beni en çok zorlayan ama en çok keyif aldığım roman Nigâhdar oldu. 2 senelik bir çalışmanın ardından ortaya çıktı. Öncesinde yoğun bir araştırma dönemi geçirdim. Hem Hallâc-ı Mansûr’un hayatı ve öğretisini, hem tasavvuf, hem kuantum fiziği, hem Abbasi İmparatorluğu hem de o dönemki halife Muktedir Billah dönemi ile o döneme damgasını vuran siyasi ve toplumsal olayları incelemem gerekiyordu. Romanın arka planında hem o zamanki toplumsal ve siyasi gelişmeler var hem de günümüzdeki. Aradaki benzerlik o kadar şaşırtıcı ki. Tarih cidden tekerrürden ibaret dedirtiyor insana.

Pek çok alanın iç içe girdiği bir roman Nigâhdar tasavvuf, kuantum, dinler, bilim… Bu alanlar ile ne kadar ilgilisiniz ve bütün bunları bir polisiyenin içine sığdırmak ve okura çeşitli sorgulamalar yaptırmak isteme arzunuzun temelinde ne yatıyor?

Tüm bu disiplinleri aynı potada eritmek kolay değildi. Ancak Hallâc-ı Mansûr’un öğretisi ve tasavvufu öğrendikçe kuantum fiziği ile arasındaki benzerlik beni hayrete düşürdü. Sanki kuantum fiziğindeki tüm deneyler ve varılan sonuçlar Hallâc’ın bundan bin küsur sene evvel anlattığı şeylerin bilimsel birer kanıtı. Bu benzerliğin beni etkilediği kadar okuyucuyu da etkileyeceğini düşünüyordum, yanılmamışım. Bizim en büyük yanlışımız bize öğretilen her şeyi doğru ya da yanlış olduğuna bakmadan alıp doğru olarak kabul etmemiz. Çocukken anne babamızdan gördüklerimiz, duyduklarımız, izlediklerimiz, okuduklarımız. Şu an sahip olduğumuz tüm inançlar ve dünyayı algılama şeklimiz bir zamanlar bize söylenen ya da bizim bir şekilde öyle algıladığımız yanlışlardan ibaret. Hiçbir zaman doğrusu nedir diye kaynağa gitmemişiz. Kaçımız kutsal kitapları okumuştur mesela? Kaçımız buradaki bilgilerle tarihsel ve bilimsel bilgileri karşılaştırmıştır? Ya da kaçımız kutsal olduğu düşünülen bazı şeylerin kökenine inip ne olduğunu anlamaya çalışmıştır. En basitinden amin kelimesi amen kelimesinden gelir. Müslümanlara Hristiyanlardan geçmiş, onlara da Yahudilerden. Oysa Amen kelimesi tarihteki ilk tek tanrılı dini kuran Mısır Firavunu Amenhetop’un adının kısaltılmışıdır. Firavun her duadan sonra adının tekrarlanmasını emretmiş ve herkes dualardan sonra amen demeye başlamış. O esnada mısır topraklarında Yahudiler de yaşıyor. Firavun öldürüldükten sonra yeniden çok tanrılı din sistemine geçilmiş ama bir kere yer etmiş artık amen kelimesi. Asırlardır kullanılarak günümüze gelmiş. Mesela ben de bu bilgiyi araştırmalar yaparken öğrendim ve şaşırdım. O kadar çok şey var ki bilmediğimiz ve yanlış bildiğimiz, okuyucuları biraz arşatırmaya sevk etmek istedim.

Dinler ve dinler tarihiyle nasıl bir ilginiz var? İnanç meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye toplumu ya da toplumları bugün sizce inancını/inançlarını nasıl yaşıyor? Sosyal ve politik hayat bütün bunları nasıl etkiliyor?

Dinler tarihine her zaman ilgim vardı zira ben çok küçük yaşta soru sormaya ve nedenlerini aramaya başlamıştım. Dinlerde soru sormak yasaktır biliyorsunuz. Oysa yaradan bize bir analiz etme yeteneği ve beyin vermiş. Sormadan, araştırmandan hakikate asla ulaşamayız. Dinler Tarihi ile Tanrı kavramının aslında bir bağlantısı yok. Dinler Allah’a ulaşma şekilleri insanların. Her insan topluluğu kendine göre bir yolla ulaşmaya çalışıyor Yaradan’a. Yani aslında hepsi aynı kaynağa dökülen ırmaklar. Ancak inanç tarihinin en başından itibaren insanlar her zaman en doğru yolun kendi yolları olduğunu düşünüp diğerlerini düşmanlaştırmış. Dinlerinin temelini oluşturan düşüncelerden ve eylemlerden uzak bir hayat sürüş, sürüyor herkes. Dinler, mezhepler hep düşmanlaştırma aracı olmuş ne yazık ki. Ülkemizde de öyle. Bir insan nasıl başka bir insanı kendi seçmediği bir inanç ve din nedeniyle yargılayabilir? Dünyanın neresinde, hangi aileye doğacağını kişi kendi seçmiyor ki! Doğduğu ailenin inancı ve dini neyse çocuk da o dini doğrularla büyütülüyor. Nasıl bunun için suçlanabilir? Aynı dinin içinde farklı mezhepler için bile var bu düşmanlaştırma. Kimse yahu aynı Allah’a inanıyoruz, bu ne düşmanlık demiyor! Politikacılar bu ötekileştirmeyi daha fazla körükleyip kendilerine çıkar sağlamanın peşinde. Biri de demiyor, inandığınızı söylediğiniz dinin kurallarına ters değil mi bu? Herkes öyle kanıksamış ki böyle gelmiş böyle gidiyor.

Hallac-ı Mansur’u araştırmaya nasıl başladınız ve araştırdıkça karşınıza neler çıktı? Kitabınızın büyük bir bölümü o ve onun öğretileri etrafında dolaşıyor. Bugün yeniden Hallac-ı Mansur’u anmak, anlamak neden önemlidir?

Doğum yaptıktan bir iki ay sonra kendi kendime kalabildiğim ender anlardan birinde bir anda aklıma nedensiz bir şekilde Hallâc-ı Mansûr düştü. Ben de herkes gibi hakkında sadece En-el hak dedi ve öldürüldü diye biliyordum. Ancak araştırmaya, hayatını okumaya ve öğretisi öğrenmeye başladıkça büyülendim. Ne garip ki tu topraklarda herkes Mevlana’yı, Şems’i, Yunus Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı bilir ama bu isimlerin aslında Hallâc-ı Mansûr’dan feyz aldıklarını, onu takip ettiklerini, onun öğretisinin izinden gittiklerini bilmez. Tarihteki ilk Müslüman sosyalist Hallac. İnanılmaz bir kişilik. Allah aşkı ve hakikati bulma yolunda yaşadıkları, dünyaya bakışı, dinleri ve İslam’ı yorumlayışı bambaşka. İslam’ı yaymak için çıktığı uzun seyahat onun hem diğer dinleri anlamasını ve araştırmasını hem de kendi öğretisinin temelini oluşturmasını sağlamış. Hakikate bu seyahatler sırasında vakıf olmuş. Ona göre nasıl ki bir damla okyanusun parçasıysa var olan her şey de Yüce Öz. Adına ne dersen ne, ister Allah, ister Tanrı, ister Brahma, ister Tin, ister Bütün, Yaradan ya da İlahi Öz. Kelimeler O’nun ne olduğunu değiştirmez, zira O’nu işaret eden sembollerdir sadece kelimeler. Var olan her şey O’dur diyor. Bir çiçek, bir böcek, bir bulut, bir nehir, bir insan ya da bir hayvan. Ne ben var ne de sen. Her şey O. İşte bu öğreti beni müthiş etkiledi. Ve Hallâc-ı Mansûr’u anlatmaya karar verdim. Onu anlamak çok önemli çünkü öğretisi dinler üstü büyük bir hakikati anlatıyor ve eğer bu öğreti özümsenirse herkesin hem hayata bakışı değişir hem de dünyada ne savaşlar kalır ne de düşmanlık. İnsan kendi kendiyle kavga edebilir mi?

Güncel siyasi konulara da romanınızda yer veriyorsunuz. Bütün gerilimin ve kovalamacanın içerisinde bugünlerde yaşanan siyasi polemikler de yer alıyor. Oldukça uzun ve gerilimi yüksek bu romanı yazarken aynı zamanda iki çocuk yetiştiriyordunuz. Bütün bunlara nasıl yetiştiniz?

Evet bütün romanlarımın arka planlarında o dönemdeki siyasi ve toplumsal gelişmeleri anlatıyorum. Çünkü edebiyat tarihe not düşmektir aslında. Bundan yıllar sonra bu romanları okuyanlar yazıldığı dönemdeki siyasi atmosferi, inşaların ruh hallerini ve toplumsal olayları anlayabilecekler. Nasıl ki biz Tolstoy’un romanlarını okurken o döneme ait Rus toplumunun sorunlarını, yaşadıkları olayları ve siyasi gelişmelerin halktaki yansımalarını anlıyorsak beni okuyanlar da Türkiye’yi anlayacaklar. Tüm bu çalışma sürecine gelecek olursak, dediğim gibi kolay değildi. Yazmak özellikle çocuklardan sonra daha da zorlaştı. Eskiden kahvaltının ardından akşama kadar yazabiliyorken şimdi belirli saatlerde çalışabiliyorum. Ama yine de yapabildim. Zira zamanı nasıl kullanmam gerektiğini çok iyi biliyorum. Çocukluktan kalma bir alışkanlık. O zamanlarda hem haftayı hem de günümü planlar, bir çizelge hazırlayıp duvara asardım. Şu saatte şu yapılacak, şu saatte bu yapılacak diye. Bu hiç değişmedi. 10 gibi yazmaya başlayıp, 3’te bırakıyorum. Geri kalan zaman onların.

Ülkenin bugünkü hali ve insanların halet-i ruhiyesi için ne düşünüyorsunuz? Bütün bu olanlar sizi etrafınızdaki insanları nasıl, ne kadar etkiliyor?

Ülkenin hali, bugünkü kutuplaşma, güçler ayrılığının kalmaması, hukuk sisteminin altının boşaltılması, ordunun yıllar içinde içine düşürüldüğü durum… Hepsi beni çok üzdü, çok üzüyor. Ama ben bir şeye çok inanıyorum. Bu bizim demokrasi ile ilgili sınavımız. Türk halkı biat kültüründen geliyor, demokratik haklarını kendi elde etmedi. Bu ona cumhuriyetle birlikte Atatürk tarafından hediye edildi. Her ter dökmeden kazanılan şey gibi kıymeti bilinmedi. Biz Fransız Devrimi gibi bir devrimle haklarımızı elde etmiş olsaydık o yıllarda, bugün demokrasinin ve özgürlüğün değerini daha çok bilirdik. Ancak yine de ümitsiz değilim. Her inişin bir çıkışı vardır, tıpkı her çıkışın bir inişi olduğu gibi. Bu ülke genetik kodu sağlam. Sarsılsa da hiçbir şey olmaz son kertede.

Şirin Özdemir’den bahsedelim mi biraz. Hayatının en büyük sırrını birdenbire öğreniyor ve kimilerine göre bir talih kuşu gelip onu buluyor. Sonrasında karşısına Algan Ataman çıkıyor ve macera başlıyor. Bu kurguyu sizin aklınıza düşüren neydi?

Kurgu birden aklıma düşmedi. İlk aklıma düşen Hallâc-ı Mansûr idi. Onun öğretisi ve kuantum fiziği arasındaki benzerliklerle karakterlerim de belirmeye başladı. Çünkü beni hayrete düşüren bu benzerliği anlatmak ve az evvel bahsettiğim diğerini düşmanlaştırmanın saçmalığını anlatabilmek için bana farklı inançlardan karakterler gerekiyordu. Şirin karakteri öyle ortaya çıktı. Sadece bilime inanan bir ateist, bir atom fizikçi. Ancak o da tıpkı benim gibi Hallac’ı, öğretisini ve tasavvufu öğrendikçe kuantum fiziği ile arasındaki benzerliklere şaşırıp inançsızlıktan inanca evriliyor.

Roman kahramanlarınızın süreç içindeki değişimlerini nasıl yorumluyorsunuz?

Roman kahramanlarım kendi kendilerini yazdırıyorlar. Yazarken birkaç bölüm sonra ne olacağını bilmiyorum. Ancak bir sonraki bölü ne olacağını planlayabiliyorum yazarken. Dolayısıyla bazen yola çıktığımdan bambaşka bir hikaye çıkabiliyor ortaya. Yazarken sanki görünmez bir güç tarafından yönlendiriliyorum.

Sizin edebiyata ilginiz nasıl başladı, nasıl devam etti ve bunu nasıl sürdürmeyi düşünüyorsunuz?

Edebiyata ilgim ilkokuldayken başladı. Asker bir baba, Almanca öğretmeni bir annenin en büyük çocuğu olarak o disiplinli ortamdan kaçabilmemin tek yolu kitap okumaktı. Çok okurdum, hala da çok okurum. Çok okuyunca bir noktadan sonra yazma kaçınılmaz oluyor. İlk öykülerimi çocukken yazmaya başladım. Ailem uzun bir süre benim yazar olacağımı düşündüler. Ben de öyle istiyordum. Liseye başladığımda yaşadığımız lojmanda çekilen bir dizi sayesinde dönemin tüm meşhur aktörleri ve aktristlerini izlemeye başlayınca oyunculuk sevdası başladı ama yazma eylemi hep devam etti. İlk roman yazma girişimin üniversitedeyken oldu ama bitiremedim. Derken 2010 yılında edebiyat ajanı olan bir arkadaşımın desteğiyle ilk kitabımı çıkardım. Ardından ilk romanım geldi. Ancak hayatıma sadece yazarak devam etme kararı anne olduktan sonra geldi. Beni mutlu eden şeyin bu olduğunu, bu dünyaya aslında yazmak için geldiğimi anladım. Her sene bir çocuk bir de yetişkinler için roman üretmeye çalışıyorum. Bu uzun bir yol ve ben ömrüm yettikçe üretmeye çalışacağım.

edebiyathaber.net (29 Mart 2019)

Yorum yapın