Başar Başarır: “Edebiyat, zor zamanda kişiye iyi gelen belki de tek şeydir.”

Şubat 15, 2017

Başar Başarır: “Edebiyat, zor zamanda kişiye iyi gelen belki de tek şeydir.”

basarSöyleşi: Can Öktemer

Öyküleriyle tanıdığımız ve kendine has üslubuyla Türkiye edebiyatında önemli bir yerde duran Başar Başarır geçtiğimiz aylarda bir sürpriz yaparak ilk romanı “Sibop” ile çıkageldi. Can Yayınları etiketiyle yayımlanan Sibop‘ta Başar Başarır, kentsel dönüşümün yıkıcılığını, parayı, kariyeri her şeyin üstünde tutanları, adalet kavramını, işsiz, aylaklığa teşne lakin her şeye rağmen “bir tek aşk var” diyen Sibop Orhan’ın gözünden anlatıyor. Başar Başarır’la son romanını, kendine has dilini, Türkiye’de ki çarpık adalet düzenini ve yeni nesil aşıkların buluşma noktası olan sosyal medyayı konuştuk:

Havalanında Satılmayan Kitaplar 2015’te yayımlanmıştı, arayı çok açmadan Sibop‘la okuyucunun karşısına çıktınız. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Aslında son öykü kitabım olan Teklifinizle İlgilenmiyorum 2013’te yayınlanmıştı. Sonrakiler derleme, daha doğrusu toplu basımlar olarak yapıldı. Yayınevi sağ olsun, 1992-2012 arasında çıkmış olan ve baskısı bulunmayan ilk altı kitabımı iki cilt halinde yeniden sundu okurlara. Sibop’u ise 2013-2016 aralığında yazdım. Bir çeşit kaza kurşunu diyebilirim bu kitap için. Çünkü bitiremediğim bir öykü yüzünden düştüm ben bu yollara. Yazarken yazarken ilham perisi tuttu elimden buralara kadar getirdi. Roman yazmanın temposu, dengesi çok farklı tabii öyküden. Epey bir cebelleştik, harp ettik, cenk ettik, sonunda muradımıza erdik. Umarım kerevet de rahat olmuştur.

Sibop, ilk romanınız lakin biz, sizi esas olarak öykü kitaplarınızdan tanıyoruz. Öyküden romana geçiş süreci nasıl oldu?

sibop1Az önce de biraz değindiğim gibi, geçiş ansızın ve hiç beklenmedik şekilde oldu. Yoksa Mösyö Samsa gibi bir sabah uyanıp, “ben bugün bir roman yazmaya başlıyorum hanım” demedim. Çözemediğim bir bilmece nedeniyle sıkıntıya düşmüştüm. Sanırım pek çözmek de istemiyordum. Önce hikâyeler birbirine dolandı, uzadı, şenlendi. Derken başa sarıp her bir şeyi elden geçirip tekrar kaleme aldım. Birkaç kez baştan başladım. Yarı zamanlı bir yazar olarak roman çıkartmak zormuş, onu anladım. Hafıza tuhaf bir şey çünkü. Duyguları hatırlıyorsunuz da, nesnel bazı detayları kaçırıyorsunuz yayılan bir süreçte. Lakin bunun da tadı başkaymış, öyle diyebilirim. Yoksa bir şeyi bırakıp bir başkasına geçmiş değilim. Bilmiyorum, en azından öyle hissetmiyorum. Benim için şöyle bir dönüm noktası oldu: Geri kalan hayatımda da, acaba dünyevi dertleri bir kenara itip şöyle tam manasıyla yazmaya otursam mı diye düşünmedim değil. Ama nerde. Medar-ı maişet motoru, iş-güç-enerji filan. Şimdilik önümüzdeki maçlara bakıyoruz.

Romanda göze ilk çarpan, bir taraftan incelikle tasarlanmış, yazılmış eski Türkçe diğer taraftan sosyal medya diliyle harmanlanmış zengin bir argo dil. Dile yönelik bir hassasiyetiniz kitap boyunca hissediliyor. Bize bu tercihinizden bahsedebilir misiniz?

Dil derken Türkçe, yani içine doğduğumuz kuş kafesi, bülbül yuvası benim zulamdır. Çıkamadığımız, başkasını buyur edemediğimiz, adam gibi çevirip inceliklerini gönül rahatlığıyla bir türlü paylaşamadığımız bir saklı hazinedir Türkçe. İncisi mercanı bize özel. Lafın kalbine sadece bu topraklarda doğup büyümüş olanların erebildiği bir labirent. Benim özel merakım, tutkum diyeyim. Çok severim Türkçeyi, anam-babam gibi severim. Bu hazinenin sonu gelmez, bu tencerenin dibi tutmaz. Yeter ki her halini, her şeklini, en ahlâksız, en pespaye kullanışını bile sevebilesin. Sanırım uzunca bir metinde tek bir sesten konuşmak da bana biraz monoton geldi, tuttum, fantezi olsun diye, eski-yeni karışık bir kolaj denedim değişik karakterler üzerinden. Kurgunun buna ihtiyacı vardı çünkü. Benim pusulam önce insandır ve elbette ki yazılı metinler yani edebiyattır. Unutulmuş neler var o kadim gök kubbenin altında ve her gün icat edilen ne acayip deyişler, söylenişler, uyduruşlar. Türkçeyi bir gül gibi yakasına takarak ağız dolusu konuşan bütün lisan ehline selam olsun. Buradan hepsini fav’ladım teker teker.

Sosyal medyanın hayatımızdaki yerinin artmasından beri okuyucu tavırlarında daha kısa, aforizmaları öne çıkan metinlere yönelme gözleniyor. İnsanların vakitsizlikten dert yandıkları, romana vakit ayırmadıkları, kitapların tamamını okumak yerine küçük pasajları okuduğu bir çağda hacimli ve dil hassasiyetleri olan bir kitapla okuyucunun karşına çıktınız. Siz bu değişen okuma alışkanlığı için ne demek istersiniz?

basar-basarir2Ne diyeyim, hadi inşallah canım ya diyorum. Yeni nesil sosyal medyada cihanın mabadına parmak atıyor da oturup okumak, imajsız düz bir sayfadaki kara kuru harflere konsantre olmak zor geliyor onlara. E doğal bu. Kolay olan, renkli olan, hareketli olan, janjanıyla, farfaralığıyla öne çıkıyor, malı götürüyor. Ne var ki o paylaşımların da sonu geliyor. Hem de çok çabuk. Okuma alışkanlığı, edebiyat demek istiyorum, o zor zamanda kişiye iyi gelen belki de tek şeydir. Kendi içine bakmak, başkasının duygularına ortak olmak, hiç anlayamadığımız şeyleri iki satırda billurlaşmış halde önünüzde bulmak ancak okuyarak mümkün. Kitap ve yazı insanoğlunun en başında bulduğu şeyler değildi, unutmayalım. Tarih, evet yazıyla başlar, işte milattan 3 bin küsur yıl evvel falan, ama insanlar ya da insanlara benzer canlılar çok daha uzun bir süredir yerin yüzünü tırmalamaktaydı. Homo Sapiens için tahminler 160 bin yıl civarında. Çok uzun süren bir tarih öncesi hayat var. Ama yazının icadıyla birlikte her şey hızlanıyor. Hayat çok daha gelişiyor, hikayeler yayılıyor, insanlık yazıyla ve sonradan icat ettiği kitapla kendini formatlıyor. Uygarlığın temeli yazmak ve okumak oluyor. Düşünce de okuyarak gelişiyor. Aksi takdirde, yani sadece bakarak ve duyarak alınabilecek mesafe kısıtlıdır. Okumak kimisi için zordur. Mutluluk da vermez. Bunlar kişiye göre değişir. Ama umut verdiği kesin. Ve umut, mutluluğun kendisinden çoğu kez daha kıymetlidir.

Sibop’ta hikâyeden ziyade karakterleri öne çıkaran bir anlatım tarzınız var. Orhan serbest bir bilinç akışıyla anlatıyor öyküsünü. Sokakta yürürken kendi iç sesiyle dertleşmesi, konuşması gibi durumlar İlhami Algör’ün romanlarını hatırlatıyor bu anlamda. Bununla beraber kitap boyunca ilginç karakterlerle karşılaşıyoruz. Karakterleri tasarlarken nasıl bir yol haritası çıkardınız kendinize?

Öncelikle şunu kayda geçireyim: İlhami Algör candır. Her işi bırakıp okunması gereken bir zamane ermişidir, nokta. Bana gelince, yazmaya otururken elimde bir yıldız haritası yoktu. Önce makul bir olay örgüsü tasarladım. Sonra bu akışı yaşayacak, temel meramı taşıyacak karakterler gerekti, onları edindim. Orhan’ın durumu ayrı, doğal olarak. O baş(anti)kahraman. Maalesef hayatı daha çok kafasının içinde yaşayan, sıkışmış bir kişi. Biraz hayal prensi. Diğer insanlarsa gerektiği kadar varlar. Olaylar Orhan’ın bilinç ve yanılsamaları çevresinde gelişiyor. Ama daima bugüne dair, yaşadığımız hayata sıkı sıkıya bağlı bir şekilde. Fantastik ya da gerçeküstü hiçbir öge öne çıkmıyor diyebilirim. Tek istisna Orhan’ın halası olabilir, onun da öteki tarafla bağlantısı tamamen kendinden menkul.

Sibop‘ta hikayeyi bizzat kendisinden dinlediğimiz Orhan karakteri, Türkiye edebiyatında pek sık karşılaşmadığımız türden bir kaybeden. Kaybetmenin romantizmini yapmıyor, bu durumunun farkında ama düzeltmeye çalışmıyor, aksine “aylaklığa övgü” durumu var kendisinde. Siz nasıl tanımlarsınız Orhan’ı?

Tanım metnin içinde saklı. Benim tanıdığım Orhan harbi olmaya özenen, ama çevresi tarafından mütemadiyen eziklenen, bunun da bilincinde olan bir aylak. Kafası iyi ile kötü arasında gidip geliyor. Fazla bir çıkıntısı yok, araziye uymuş. Ahlaki açıdan da şüpheli bir duruşu var. Adamımız gerektiği kadar dürüst ama öte yandan fırsat buldukça topa girip hayattan nemalanmaya çalışan bir uyanık. Kendini öyle görmek istiyor daha çok. Bütün bu kimyayı her zamanki gibi dünyanın en büyük tılsımı bozuyor: aşk.

basar-basarir3Sibop‘ta Orhan her ne kadar anti kahraman olarak karşımıza çıksa da,  adaletsizliği protesto etmek için cüppesini asmış biri, üstelik memleketteki adaletsizliğe karşı güzel tespitleri var. Türkiye’de adalet sistemiyle geçmişten bugüne hep sıkıntılı durumlar vardır. Türkiye’de gerçekten de “adalet hiç de adil olmayan” bir olgu mu? Adaletle kuramadığımız ilişki için ne söylemek istersiniz?

Hakikaten de adalet kavramı çok önemlidir bu topraklarda. Hatta günümüzün Türkçesiyle söylersek: “aşırı” önemlidir. Toplumun dengesini tanımlayan başat kavram neredeyse adalettir, bunu söylemek istiyorum. Ne demiş Osmanlı? Adalet mülkün temelidir. Buradaki mülk devlettir, yani adalet olmadan devlet olmaz. Bu sözün varlığı tesadüfi değildir. İşin aslı, halkın beklentisi de bu yöndedir çoğu kez. Fakir olunur, özgürlüksüz de olunur, ama adaletsiz asla. Mirasımız bu bizim. Şimdi bu temel kavram aşınırsa, yani adalet yerini bulmaz da mülkün temeli sarsılırsa ne olur? Eh hep beraber görüyoruz, seyrediyoruz ne olur. Elbette ki zamanla toplum değişiyor, dolayısıyla talepler ve beklentiler de değişiyor. Ama benim gözlemlediğim o ki, Türkiye’de adaletin tecelli etmediği bir düzen -henüz- sürdürülebilir değildir. İnsanlar sadece üzülmekle kalmaz, itiraz da eder bu duruma.

Kitabın öne çıkan temalarından bir tanesi de kentsel dönüşüm. Şehir baş döndürücü bir hızla değiştiriliyor, dönüştürülüyor. Bu anlamda kentle kurduğumuz çarpık ilişkiye, kolektif bellek mekânlarının yitimi için ne söylemek istersiniz?

İçim acıyor, kalbim sıkışıyor bazı yapılanları görünce. Romanın gizli öznelerinden biri de bu. Bizans’ın taşı, Osmanlı’nın ahşabı, Cumhuriyet’in betonu derken şimdi de uzaydan gelmişçesine bir cam-metal uygarlığına doğru yuvarlanıyoruz. Sandalyeden saksıya hiçbir şey olduğu gibi duramıyor. Aynı sokaktan iki kere geçemiyorsunuz. Her geldiğinde başka bir inşaat, her yürüdüğünde başka bir iskele(t) dikiliyor insanın karşısına? İyi mi? Değil. Durdurulabilir mi? Hiç sanmıyorum. Ama en azından temel taşları, eskiden kalma aksları, lekeleri, yeşillikleri koruyabilsek. Sibop’ta değinilen, hem de iki kez sözü edilen bir köy mezarlığı var. Ortadan ikiye bölünmüş, plaja kolay gidilsin diye yol yapılmış. Mezarları düzlemişler, ecdadın üzerine asfalt dökmüşler. Kısacası halimiz budur.

Orhan ve Aslı Facebook üzerinden tanışıyorlar.  Lakin kitap boyunca görüyoruz ki, ikisi de birbirini hiç tanımıyorlar, tanımaya da çalışmıyorlar. Sosyal medya üzerinden kurulan ve esas olarak güven esasına dayanmayan ilişki biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyal medyanın gündelik hayatımızdaki etkisi artmaya devam edecek gibi gözüküyor. Bu durumun iletişim ve ilişki biçimimizi nasıl etkileyecek sizce?

Sosyal medya hepimizin yeni oyuncağı. Orası paralel bir evren. Dili, kuralları, evrimi, sonuçları tamamen yabancı bize. Öncelikle parametreleri tanımlayanlar buralı değil, bizden değiller. Hepsi yurtdışında mukim. İcatları da doğal olarak o ülkelerin insanına göre.  Bizim önümüzde hiç seçenek yok. Katkımız da yok. Ne konursa onu yiyoruz sofraya. Sosyal medya, evet, bir iletişim biçimi. Ancak dalga boyu kısa, hemen sönüyor. Bu haliyle duvar benzetmesi çok faydalı. Başkalarının dalgaları duvarlarımıza çarpıp çarpıveriyor. Her sabah yepyeni bir güne kalkıyoruz, sanki dün hiç olmamış gibi. Her şey geçip gidiyor, kalanlar unutuluyor.  Bu paralel evrenin sırrına erebilmiş değilim şahsen. Zaten benim meselem de bu değil.  Biz bilgisayarı lisede duyup, ilk tuşa yirmi yaşından sonra dokunmuş, fareyi erişkinliğinde tanımış bir kuşağız. Şimdikilerse kaydırılan ekranlardan başka bir şey bilmiyor. Elektrik kesilince ne yapacaklar, doğrusu merak ediyorum.

Söyleşi: Can Öktemer – edebiyathaber.net (15 Şubat 2017)

Yorum yapın