Bir müzisyen düşünün; her albümünde farklı bir tür müzik yapsın, hepsini iyi yapsın ve kimseye benzemesin. Dilediği zaman uzun yıllar dinlenecek birinci sınıf müzik yapsın, dilediğin zaman Zorba’nın santuru çalışı gibi sırf canı öyle istiyor diye yalnızca kendisi için en eğlenceli şarkıları yapsın. Ben, Başar Başarır’ın yazarlığını böyle hayali, havalı bir müzisyene benzetiyorum. Canının istediğini yazıyor ve canı o an ne istediyse iyisini yazıyor. Öykü kitaplarından ve ilk romanı Sibop’tan sonra ikinci romanı Dolunay İki Gece Sürer ile buna artık emin oldum.
Ölüsüne bir gün delisine her gün ağlayan, şahsen mutlu olmadığı için başkalarının mutluluğunun da sahte olduğuna sanan, emeklilik ile birlikte iktidarını da kaybetmiş, kanadı kırık, nefesi kesik, milli mücadele aşığı Emekli Öğretmen İhsan Sami Bey ile annesinden miras suskunluğunu üstüne yakıştırmış, kendini karanlık odaya kapatmış, erken büyüyen yeni mezun makine mühendisi Gamze arasındaki olağan gerilimi, zavallı kızcağızı Stavros adında bir Yunana aşık ederek köpürtüyor Başar Başarır bu romanında. Böylece kendisine “daima ilham verdiğini” söylediği kızına adadığı bu roman ile hem edebiyatın değişmez konusu baba-oğul çatışmasını, hem milletimizin hassas noktalarını, hem genç kızlarımızın hülyalarını hem de kız babalarının kendilerine bile söyleyemedikleri korkularını aynı anda gıdıklamayı başarıyor.
Kendini ancak karanlık odada bulan Gamze Stavros’la bu kez absürt başka bir karanlığın içinde tanışıyor. Genç kızımızın devamlı eksi sayan T’ye doğru yolculuğu da yazara göre yılların en karanlığında, Çinli’lere göre aynı zamanda “fırsat” anlamına gelen bir krizle 2001’de başlıyor.
Havlayan, ısıran, sürtünen, egzoz kokan, bağrında kıpraşan canlıları ezmekten hoşlanan İstanbul’un, pis kokulu, çamurlu Zeytinburnu’nda geçen birinci bölümde okuru uyandıran yazar, ikinci bölümde yarı gerçek yarı rüya bir alemde yemekleriyle, gamsız insanlarıyla, begonviller, kekikler, yaseminler eşliğinde envai çeşit ot ve her türlü paf küf kokularıyla bezeli enfes Girit manzaralarıyla mest ettikten sonra, nihayet üçüncü bölümde gerçekleri bir tokat gibi yüze çarparak okurlarını kıçının üstüne oturtmasını da iyi biliyor. Hem de bütün kız babaları adına atılmış tamamen iki gerçek tokatla. Devamının geleceğini düşündüren sonu yeni bir beklenti de yaratmadı değil doğrusu.
Türk-Yunan Mübadelesinden yola çıkarak, benzerlerin neden düşman olduklarını, insanları bir arada yaşamaktan alıkoyan şeyin ne olduğunu hem soran hem yanıtlamaya çalışan yazar, aynı zamanda dönemin güncel olaylarına değinerek, benim çok sorduğum “Bu dönemin romanı nasıl yazılır?” sorusuna da cevap niteliğinde bir roman yazmış.
Üslup özellikle romanda çok önemlidir. Hikayeyi köpürten ya da okuru kitaba ısıtan etkili bir üslup, anlatıyı güçlendiren bir unsur, görünmeyen yeni bir karakter demektir. Başar Başarır’ın kelimelerinin ve cümlelerinin arka arkaya gelişinde müzikal bir ahenk var. İçine girip kendini yazarın diline teslim edince kelimeler parça olmaktan çıkıyor, dalga halini alıyor. Burada eylemimiz okumaktan çıkınca arka arkaya fasılasız sıralanan cümleler, bir su üzerinde salınarak ilerliyormuş hissi vermeye başlıyor. İyi bir kitabı yalnızca bu his için bile okuyabilirim.
Öte yandan sululuğa kaçmadan, zekice ve ciddiyetle dozunda yapılan mizah da günümüz edebiyatında ender bulunan şeylerden sayılır. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Oğuz Atay’dan alınmış gibi duran bu miras Başar Başarır’ın alameti farikalarından biri haline gelmiş görünüyor.
Yazarın bir başka ödüllü kitabı, Teklifinizle İlgilenmiyorum ile ilgili yazmış olduğum yazıya “Tumturaklı Deyimler Resmî Geçidi” başlığını atmıştım. Bu kitap da aynı türden, yakası açılmadık dede küfürlerine ya da babaanne deyimlerine doymuş vaziyette. Oturup “Başar Başarır Kitaplarında Yer Alan Deyimler Sözlüğü” yapsak yazarın bütün kitaplarının boyutunu geçerdi herhalde. Neyse onu da edebiyat tarihçileri yapsın, biz okumamıza bakalım.
edebiyathaber.net (21 Ekim 2021)