Başarısızlığın hikâyeleri | Arzu Eylem

Aralık 16, 2016

Başarısızlığın hikâyeleri | Arzu Eylem

bense-olumden-korkmayacak-kadar-yalnizdimBaşarılı olmak mutlu olacağımız anlamına gelmediği gibi, hedefe sırt çevirince de hayatın sonu gelmeyecek. Kim bilir kaç hayat var Hayat’ın içinde. Ama olsun, başarı çok önemli.

Bir de iyilik var, kötülükle anlatılan. İyi ve kötü öylesine soyut ki artık, hatta “iyi” öylesine edilgen, yapışkan ve yaşamasız ki, insanın kötü olası geliyor. Kötü, öylesine tiksinç, günahkâr ve de bencil ki, özgürlük aşkından vazgeçebiliriz. O günah, o ilk günahı işlemek gerekiyor ‘kişi’ olmak için. Dini anlatılar böyle demese de felsefe günah mitlerini bu şekilde yorumluyor. Aynı felsefe kötülüğün cehaletten doğduğunu söylüyor. Bir aklımız yani düşünme yetimiz varsa iyi olabiliriz ancak. Ama o yapışkan iyiden değil. İyiliği ahlakçılıktan kurtaramadığımız yerde kötülük kazanacak. İnsan dediğin ne iyi ne de kötü… Dünya iyi niyetli de olsa terazi şaşkın. Denge yok. İyi niyet kâr etmiyor, dünya kötülüyor. İçimizdeki kötü içten içe büyüyor, küçücük bulutlar kara kara çoğalıyor, sarıyor dünyayı. İşte böyle bir yerde “başarı” ve “iyi” gittikçe sterilleşiyor. Kişi yoksulken, dünya onu bağrına basmıyorken, yaşama içgüdüsü yetmiyor tutunmaya. Kim başarıyla geçebilir şimdi sınavları? Hangimiz alabiliriz dünyadan diplomayı?

M. Uçan’ın Bense Ölümden Korkmayacak Kadar Yalnızdım isimli öykü kitabı sınıfta kalanları anlatıyor. Başarısızlığı baştan yazılmış gençleri anlatan yedi öyküden…

Kitaptaki atmosfer sıkıntılı başlıyor, gittikçe trajedi komikleşiyorsa da sonu acıya kesiyor. Yazarın benanlatıcı’larının her biri ergen erkek çocuk. Her birinin küçük hedefleri var. Onların başarısızlığı düzende bir dal bulup tutunmakla da ilgili değil. Tersine melankoliye bile yer yok içlerinde. Bir kez dünyaya gelmişler ve yaşamak zorundalar, hepsi bu. Onlara sunulanın peşinde sürükleniyorlar. İçine doğdukları dünya yüzünden her şey.

Öyküdeki tasvirler gerçekliğin metaforik anlatımı bu yüzden. M. Uçan doğrudan söylemiyor, olaylara ve diyaloglara gömüyor hayatı. Tüm anlatıcıların benanlatıcı olması, okurun kişilerle özdeşlik kurması için tercih edilmiş olabilir. Bu, riskli bir seçim aynı zamanda. “İma edilen yazar” diye geçer edebiyat kuramında. Eğer benanlatıcılar birbirine benziyorsa, okur, yazarın anlatıcıyla aynı kişi olduğunu düşünebilir. “Güvenilmez anlatıcı” da denir bu yüzden birinci tekil anlatıya. Fakat gerçek yazar, benanlatıcıyla bir norm ortaya koyabilir. M. Uçan’ın öykülerindeki norm hayatın birbirine benzettiği gençler, ortaklaşmış dertler ve aynılaşmış hayatlar. Çünkü öykülerdeki izleklerde aşağı yukarı benzer bir süreç olsa da, olaylar ve atmosferler farklı. Bir defa başarı ya da başarısızlık hayatta kalma çabasıyla birlikte anlamsızlaşıyor. Öykü kişileri, gündelik yaşamı andıran tuhaf bir dünyada buluşuyor.

Dünya da öyle sunulduğu gibi beş yıldızlı ulvi görevlerden ibaret değil. Hatta dünya öyle bozulmuş ki, başarının kıstası para kazanmak değil, para kaldırmak. Bense Ölümden Korkacak Kadar Yalnızdım’ın anlatı kahramanları düzenin dayattığı işlerde çalışmıyor, kendilerince yeni iş kolları kuruyor. Hatta yeterince saçma işler icat edemiyorlarsa, olmadık eylemleri işleştiriyorlar. Kısacası her şey ticarileşiyor.

Kişiler öğrenci. Eğitim ve din öykülerde fonda duruyor. Okul hayatı sanki sahte cennetin metaforu. Orada bir şans var sanki. Tamamlandığında başarı belgelenecek çünkü. Sonrası mühim değil. Fakat çocuk anlatıcılar ‘günah’ işliyor bir bakıma. Bazısı zorunda kalıyor bazısı sürükleniyor ya da kandırılıyor. Bu yüzden atılmayı bile beklemiyorlar cennetten. Dersleri asıyor ya da okulu yarıda bırakıyorlar. Varsa bir cehennem hayatın kendisi. Para kazanma cezasına çarptırıldıkları yer.

“…başarısızlığının nedenini beslediği güvercinlere bağladı sonra.” (Profesyonel Kuşbaz, s.13)

Güvercin beslemek yani kuşbazlık ilk öyküde geçen bir meslek. Kuş satışına başlayan anlatıcı mesleğin inceliklerini öğrenmeye çalışıyor. Bir defa anlatıcı çocuğun tarlada çalışmak zorunda olduğunu öğreniyoruz öykünün başında. Pek çok girişime rağmen para kazanamadığını ve de sigara kullandığını. Abisinin din kitapları takas malzemesi onun için. Bu sayede kuşbazlığa terfi ediyor. Din araçsallaşıyor. Ticaret kazanıyor. Usta kuşbazla tanışıyor. Kuşların yeraltında, lagar kapağının altında tutulduğunu öğreniyor. Gökyüzüne ait kuşları yeraltında düşünmek yeterince iç acıtıcı. Anlatıcı saçma görünen her şeyi ciddiyetle yapıyor. Yaşamı sürdürmek için para kazanmak gerekiyor çünkü. Acımasızlık ve çürümüşlük her cümleye sızmış olsa da, çok iyi kompozisyon yazan anlatıcı, sonu ütopyaya varan bir metin kaleme alıyor. Öğretmen yazdıklarını örnek metin seçiyor. Böylece umut metinde kalıyor. Daha ilk öyküde fark edildiği üzere, Uçan’ın karakterleri her ne kadar olağandışı, serseri tiplerse de, aslında her biri bilinçli hatta bazen mantığın almadığı derecede entelektüel. Üstelik bu karakterlerin tuhaf dünyası büsbütün kuralsız da değil. Kendi kuralları var.

Yine ikinci öykü “Kumarbaz”da da, para ilginç yollarla kazanılır ve din yine yan tarafta bir yerde durur. Dil ilk öykünün diline benzer. Kumara düşkünlük babadan oğla geçer. Baba, oğlunun yaşam yolunu çizmiş gibidir. Asıl suçlu görülense kadın: anne veya sevgili. Öykü bir bakıma tragedyayı andırır. Baba öldürülmez, tekrarlanır. Yazgının dışına çıkılamaz. Yazgıyı delen tek şey argo… Uçan’ın öykülerinde anlatıyı birbirine bağlayan küfürbaz anlatıcılar var.  Yazar neden böyle bir tercih yapmış, bilmiyorum. Küfür ve argonun öyküde bu denli yoğun yer almasının doğru olup olmadığını da. Yazar, içten içe hayata duyulan isyanı ve cinsiyetçi dünyayı böyle anlatmak istemiş olabilir. Küfür, Türkiyeli insanların toplumsal anlamda rahatlama yöntemi. Bir bakıma edilgenliğin de göstergesi. Cinsel içerikli küfürse buna bastırılmışlığı ekliyor. Tüm bunlar başka türlü anlatılabilir miydi? Bunun için öykülerden o sözleri çıkarıp ya da örtükleştirip yeniden bakmak gerekir belki de.

“Defineci Hamalı”ndan sonra iyice emin olduğum bir şey varsa o da, öykü anlatıcılarının kurnazmış gibi görünen saf kişiler olduğu. Saf demeye de dilim varmıyor. Çaresiz mi demeli, iyi niyetli mi? Çocuk mu, acemi öğrenci mi? Net karar veremiyorum. Sahte tuhaf oyunların içinde yaşarlarken ne kanım ısınıyor onlara ne de nefret ediyorum. Kabalaştıklarında dillerine acı biber sürmek istiyorum, o kadar.

“…Ortaokuldayken müzik, resim gibi dersleri bile eksi olan bu adamlar neredeyse birkaç tarih kitabı yazacak konuma gelmişlerdi.” (Defineci Hamalı, s. 36)

Hayat okulu gittikçe önem kazanıyor. Böylece mutlak başarı silikleşiyor.

“Topluca kafayı yemiştik belki de. Kayayı dört bir yandan yokladık ancak hacmi tespit edilmeyecek kadar büyüktü. Bir ara Tanrı’nın geçmişte meleklere ‘Şimdi kendimden daha büyük bir cisim yaratacağım,’ diye buyurduğunu duyar gibi oldum.” (Defineci Hamalı, s.45)

Define bulmak için dağı delik deşik eden umutvarlardan biri olan ilk anlatıcı, parasını alamayınca, diğerlerini “ideoloji avcısı” olmakla suçlar. İdeoloji avcısı söylemini hayal avcılığıyla buluşturur sonra. Yaşamın bir başka metaforik anlatımı bu. Çünkü daha önce de söylediğim gibi anlatıcılar hayatın farkında ama dışına çıkamayınca tuhaf yollarla ayakta durmaya çalışanlar. Tuhaf bile pek de tuhaf değil. Saçma da saçma değil. Gerçekliğin başka alt kümeleri sanki bu dünyalar. Dolayısıyla saçma olan dünya. Bir sonraki öyküde,“İnsanlar kolay ölmez.” (Arabeskin Üç Ası, s.56) cümlesiyle yaşamın daha iyiyle değil, ölümle kıyaslandığını, dolayısıyla sürgüne benzetildiğini anlarız.

“Bekledim. Tanrı ile şeytan arasında kalmak hayattaki en berbat şeydi.” (Arabeskin Üç Ası, s.56)

Sonunda mutluluk da getirmeyecek olan başarıdan feragat edip yerine gücü koymaya çalışan kişiler, bu yüzden birer zavallı. Yazgıya emanet edilmişler sanki. Yazgı dediysem silinmez bir yazıdan bahsetmiyorum, “böyle gelmiş böyle giderden” de; inanmış kişilerin boş vermişliğinden ve kabullenmişliğinden bahsediyorum. Hayatın anlamsızlaşmasından. Bu yüzden ya Tanrı ya da şeytan olmaktan… İkisi arasında bir seçeneğin düşünülmemesinden.

Nihayet “1 Nisan Paranoyası” adlı öyküde anlatıcı oyunun adını koyuyor. 1 Nisan, şaka günü, resmi bir güne dönüşüyor sanki. Komedi de burada başlıyor. Oyun bile para kazanmak için araçsallaşıyor. Oysa bir okul gösterisi oynanacak olan. Ama anlatıcı karakter oyunu gerçekle hatta tarihle buluşturuyor. Oyunu ciddiye alıyor. Zaten daha önceki öykülerde de yazar ciddiyi oyuna almıştı.

Ordu kurup ikiye bölen, çok kişiyi Türk, az kişiyi Ermeni ordusu yapan Çin Malı Albay, öğretmen maaş alırken, oyuna ortak olan öğrenci, üstelik Ermeni komutan, bir türlü payını alamaz. Bütün öyküleri geren bilgiden burada bahsedilir: “hayatı iki ucundan aşındıran iki törpü; cinsellik ve para.”(s.60)

Bu iki sıkıntılı uç arasında gerilmiştir insan. İki uç, yaşamı elinde tutan koza dönüşmüştür. Sevdiği kızla haftasonu çıkmak için paraya ihtiyaç duyan anlatıcı, kırtasiyede çalışır, eylemlere katılır, duvarlara propaganda resimleri çizer… Bu sayede anlarız hayat sandığımızdan da fazla ticarileşmiştir. Mevcut hayata karşı çıkmak bile… Hatta asker ölümü bile para kazandırmaktadır. Tüm bunları bildiği halde para isteyen anlatıcı, albaya maaşını paylaşması için dil döker. Emeğinin karşılığını ister kendince. Ergen anlatıcı bir yerde değişir ve entelektüel söyleve girişir. Hatta bir bakışa göre de delidir. Oğuz Atay’dan, Bukowski’den Kafka’dan bahseder. Almaktan ve vermekten… ‘Adaletsizlik’e sıkışmış iki eylemden. Hayatla alışverişinde kaybedenler listesi yapar. Fakat birdenbire başka birine dönüşen anlatıcı da en az aktarılanlar kadar absürttür. Bir bakıma kendi albayıyla Atay’ınkini de karşılaştırmış olur. Yayınevlerine söver. Sonra kendi oyununa döner. Gerçek bir savaşa başlar. Başarılı olamaz ama anti-kahraman olur.

“Azrail’e Bir Çalım Denemesi” yine benzer bir kurguyla başlar, süreci tersine çevirmeye çalışır tüm öyküler adına. Hatta kadın karakter ilk defa belirginleşir. Fakat sonu yine hüsranla biter ve benzer kurgu geri döner. “…Atarsa, Dört Yüz Kırk Dokuz” öyküsünde anlatıcı askere gider. Öykülerdeki tavır, ucu açık ama ölümü çağrıştıran bir sonla noktalanır.

M. Uçan öyküleri, kurgusu güçlü, okunduktan sonra etkisi süren öyküler. Erkek egemen atmosfer her ne kadar gerçekliğin bir yansımasıysa da, hatta karakterler olumlanmasa da rahatsız edebilir. Gündelik, klişe dilin öyküye sızması gibi, karakterleri anlatmak için kullanılsa da, diyalogda küfre başvurulması yeniden düşünülmesi gereken bir konu. Dilin dolayısıyla anlatının imkânlarının daha geniş olduğunu anımsamak için.

Arzu Eylem – edebiyathaber.net (16 Aralık 2016)

Yorum yapın