Balkonumda, Bursa’dan buraya getiriliş serüveni en az ismi kadar değişik, havasından geçilmeyen süslü, tropikal bir bitki var. Adı pepino. Günlerdir neşeli dostum pepinoyla karnımızı doyuruyor, uyuyor uyanıyor, gökyüzünde kayan bulutları seyrediyor, derken baş başa veriyor ve soruyoruz: İnsanın kendini dönüştürmek için gerekli işaretleri yalnızca kendinde ve doğada bulacağı bir yaşam mümkün mü?
Elias Canetti, Güney Afrikalı bir kabile olan Buşmanların önsezi kabiliyetlerinden söz ederken, Buşman folkloru üzerine yazılmış bir kitaptan alıntı yapar. “Bir adam bir başkasının geldiğini hisseder. Çocuklarına şöyle der: ‘Etrafınıza bakın, çünkü bana kalırsa büyükbabanız geliyor. Onun bedenindeki eski yaranın yerini hissediyorum.’ Çocuklar etrafa bakarlar. Adamın geldiğini algılarlar ve babalarına ‘bir adam bu tarafa geliyor’ derler.” (E. Canetti, Kitle ve İktidar)
Pepino, Canetti okumamış henüz, eflatun rengi çiçek açıyor; az su verilirse topraktan can emen kökleri kuruduğundan ölüyor, yeterince hava alamazsa bu hayata küsüp oksijensizlikten büzüşüyor. Bir canlı yani, insanla dayanışan, ihtiyaçları görülürse meyveleriyle ona sağlık, enerji, daha uzun yaşam olarak dönen bir can.
Bursa tarım fuarından alıp eve getirdiğim, adı memleketimde pek duyulmamış yeni can yoldaşım, balkonda eflatun eflatun gülümseyerek, yoksul zengin ayrımı olmaksızın çoğumuzun boğazına dayanmış bir bıçağı hatırlatıyor bana. Modern insanın insan kalma çabasını, varoluş kavgasını, mutluluk kavgasını. Parayla kendisine adeta sanal bir dünya yaratan, ihtiyaçlarının ötesinde tüketen, tüketerek nefes almaya çalışan, bu sanal dünyanın sınırları içinde insana dair pek bir şey yaşayamadan ölüp giden insanın dramını sanki geceler boyu konuşabiliriz pepinoyla.
“Kolundan bir şey çekiştiriyor seni, yazı masasına oturuyorsun, nedir o şey?” diye soruyor bana. İrkiliyorum, bu münasebetsiz çiçeğin ağzını kapatarak soruyu elbette geçiştirebilirim; ama yapmıyorum. Aksine, birkaç gün öncesini hatırlıyorum.
Lodosa rağmen, Marmara Körfezi’nde suyun bu tarafına geçme mücadelesi veriyoruz onunla. Ben nasıl pepinoyu hayran hayran seyrediyorsam, tanık olduğu farklı dünyalar onda da merak duygusu uyandırıyor. Şimdi hayatın başka bir boyutunun peşine düşmüş iki yolcuyuz. Yolculardan biri eğer saksısından çıkarıp bahçeye ekmezsem ömrünü şehr-i İstanbul’da bir balkonda tamamlayacak olan pepino, öteki ise “belki asıl kavga buradadır, neyi anlatmayı seçtiğimizde” diye mırıldanarak kurşuni gökkubeyi seyreden ben.
“İnsanı yazmak istiyorum,” diyorum yorgun argın arabalı vapura bindiği için olsa gerek horultulu bir uykunun kucağında çalkalanan ön sıra yolcusunun haline gülümseyerek. Horultular ayyuka çıkınca arkadaşı, çekinerek de olsa dirseğiyle hafifçe dürtükleyerek uyandırıyor onu ve son veriyor gürültüye. “İnsanın mutsuzluğunu, hayallerini, gece gördüğü rüyaları, uzanıp seyrettiği ve kendisinden çok daha büyük olan evreni, insanın yalnızlığını. İnsanın öldürdüklerini, insanın öldürülüşünü. Bütün bunları anlatmak isterim” diye düşünüyorum vapur dalgaların üstesinden gelerek karşı kıyıya seyrederken.
“Gidişata göre korkarım yakında yazacak bir insan da kalmayacak,” diye yakınıyor pepino.
Mevsim değişiyor, hasat çoktan bitmiş, tarlalar sürülüyor. Sistem insanı küçük parçalara bölerken, insanın o kutsal bütünlüğünü korumak için bize verilen kurgunun dışına nasıl çıkarız acabanın hesaplarını yapıyoruz pepinoyla bu puslu sonbahar gününde.
Paranın belirlemesine göre yaşamak.
Bu bir raddeye kadar ne bizim kuşağın yazarlarının, ne bizden öncekilerin, hatta hiç kimsenin kaçınamadığı bir durum. İster zorunlu ihtiyaçları karşılamak için olsun, ister daha konforlu bir hayata ulaşmak için hepimiz paranın kamçısı altındayız.
Üstelik bizden önceki yazarlar çok daha güçlü hissetmişler bu kamçıyı sırtlarında; misal, ev kirasını ödeyebilmek için telefonunu satılığa çıkaran Peyami Safa, ya da 72. Koğuş‘u bitirip eve kömür, kızına palto alma hayalleri kuran Orhan Kemal… Geçtiğimiz ay Orhan Kemal‘in 99. yaş günü kutlaması nedeniyle İstanbul’un Cihangir semtindeki müze önünde toplanmıştık. Babasının anısını diri tutmaya çalışan Işık Öğütçü bizi biz yapan yazarlardan Orhan Kemal’e dair bir-iki kelam ederken hatırladım: Adanalı yazarın hayatı maddi kavgalar içinde geçen insanların hikâyelerini anlattığı Ekmek Kavgası’nın Varlık baskısını elimde tuttuğum günler çok uzak değildi.
Radikal 2 için “Kenar Mahalleler” başlıklı denemeleri kaleme alıyordum. Yazarın oğulları Işık ve Nazım Öğütçü ile Unkapanı’nda, Orhan Kemal’in on bir yılını geçirdiği evin sokağında buluşmuştuk. Tütün fabrikasının hemen arkasında. Babalarının verdiği ekmek kavgasını bir de onlardan dinlemiştim. Anılarda Unkapanı’ndan Fener’e uzanmıştı Nazım Öğütçü: “Babam Fener’deki evde yazmıştı 72. Koğuş‘u. Kışın buz gibi olurdu ev. Optimum marka gazocağının başında oturmuş bir yandan ısınıyor, bir yandan eski yazıyla yazıyor. Kafasında bitirirdi kitabı önce, sonra oturur yazardı. Bir gecede tamamladı kitabı ve sabah uçarak, Eskicil Yayınevi vardı o zaman, onlara götürdü. Hayal ediyor, eve kömür alacak, ablama kışlık bir manto… Birkaç gün sonra uğra diyorlar. Gidiyor ama müstehcen diye bir bahane uydurup gerisin geri yolluyorlar. Okumamışlar anlaşılan… Eve gelecek, iki kadeh rakı içecek, hepsi tuzla buz oluyor.”
Aradan geçen zamanda, bazılarımız kamçının bir daha şaklamaması için paranın gereğini yapar oldu. Edebiyat metinleri yazmanın yanı sıra televizyonlarda gazetecilik, dizilere senaryo yazarlığı, reklamcı, öğretim görevlisi, çevirmen, yayınevinde editör, kültür sanat sektöründe organizatör… Her iş gelir elimizden. Ancak daha tuzu kuru bir yaşam, kaçınılmaz olarak, ürettiğimiz sanatın, yazacağımız konuların da içinde paketlendiği, arzulamadığımız bir hayatı dayatıyorsa ne olacak? Fırsat bulup gözlerimizi dışarıya çevirdiğimizde gerçekliğin elimizden kayıp gittiğini, kontrolümüzden çıkan yaşamın giderek çölleştiğini fark ediyorsak?
Meydanlar, bulvarlar, bulvarlardaki ağaçlar, alışveriş merkezleri, alışveriş merkezlerinde soluk aldığına inanan bir nesil, kilitlenen piyasa, kilitlenen trafik, kilitlenen topyekûn bir yaşama rağmen kalemiyle başka bir yaşamı kurguladığına inanan biz yazarlar, hepimiz paranın kamçısı önünde titriyorsak, çoktandır abuk sabuklaşmış bir hikâyeyi birlikte yazdığımız anlamına gelmez mi bu?
Soframıza gelen domatesler sahte tatlarıyla alay ediyor bizimle. Hayli zamandır kontrolümüzden çıkan bir hikâyeyi ve yaşamı sürdürebilmek için payımıza düşen yalanları çekinmeden söylüyoruz. Süpermarketlere günlük alışverişe giren dalgın bakışlı ev kadınları; dayanıklı sütlere bolca ilave edilmiş süper kanserojen katkı maddelerinden bihaber tüketiciler… Onlar bizi garipsiyor, biz onları.
Çiçeklerin altında yeni yeni büyümeye başlayan kavunumsu meyveleriyle gururlu bir eda takınmış pepinoyla karşılıklı sorular sormaya devam ediyoruz: Bahçeleriyle, yollarıyla, kaldırılmış sınırlarıyla, tomurcuğuyla, fidesiyle, DNA zinciri bozulmamış domatesiyle, edebiyatıyla, sinemasıyla başka bir yaşam mümkün mü?
“Acı çekiyorsun, köklerim bunu hissediyor,” diyor balkon arkadaşım muhabbetin ortasında birdenbire.
Bedenimde kaybolmuş masalları aradığımı seziyor pepino. Saatler ilerlemiş. Artık karanlık bir gölgeyim onun için. Gecenin esrarı, eşyayı ve insanı bir kalemde silip atıyor, geriye sesiz gölgeler bırakıyor.
Başka bir yaşamı masal gibi aramak ve bulmak. Parmağımı ona çeviriyorum, önce sen dercesine. Görüyorum, yüzünde bir gülümseme beliriyor. Kulağı dışarıdaki hışırtıda. Yeni bir yaşam yaklaşıyor bize doğru. Giden yaşamın müzmin yaralarından biliyoruz.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (21 Ekim 2013)