Kaç roman sığar nitelikli bir romana, kaç kitap ismi ya da; kaç yaşanmışlık, kaç anı? Midenize yumruk yemiş gibi olur musunuz bir kitabı okurken mesela? Peki ya, “eleştirmen” olarak bildiğiniz o isim tutup da bir roman yazarsa?.. Önce şaşırır, sonra da kitabı merak edip okursunuz. “Kendi çukurumu kendim kazdım ben, daha ne. Herkesin değil de meraklılarının okuyacağı bir roman yazmalıyım. Daha doğrusu, okumak istediğim romanı.” cümlelerinin altını daha bir koyu çizersiniz. Hatta okuduğunuz kitap üzerine yazmak istersiniz. Ben de öyle yaptım.
Böyle bodoslama konuya daldığım için affola. Buna sebep, Semih Gümüş’ün Can Yayınları’ndan çıkan ‘ilk’ romanı… Okurken, bir yandan da okurluğunuzu sorguladığınız bir roman: “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz”.
“Kendi belleğinin yasaklarını aşıp gizli hücrelerine sızabilirsen, yazılmaya değer bir gerçekliğe ulaşabilirsin. Hayat orada, rüyalarına girmeyi bekliyor. Sorun o rüyaları görmeyi bilmekte. Yaşananları önce hatırlayıp sonra silip unuttukça artmaya başlıyor yazılanların ışıltısı.” diyor yazar okuruna. Romanın kahramanı da bir yazar. Sinan.
Hapishaneden önce ve sonra
Elli beş yaşlarındadır Sinan. Hapishanede gördüğü işkence ve kötü muamelelerden sonra hiçbir şey hayatında eskisi gibi olmayacaktır. Ne evine uyum sağlayabilir ne gündelik yaşantısına. Sanki başka biridir artık. “Sıradan bir rüyadan başka bir şey değilken, başkalarının rüyası nasıl olabilirim.” diye düşünür.
Ada’ya sığınıp yeni bir yaşam kurmak için yola çıkar. “Bıraktığım yerlere bir gün dönebilir miyim bilmiyorum. “ diyerek, “en uzak noktaları seçip onları belirsizlikleri içinde yeniden canlandırmaya çalışarak.”
“İçeride yaşadıklarının tamamını niçin anlatmamıştı Leyla’ya, bilmiyordu bunun nedenini, içine işleyen acıyla katlanan nefretini dile getirmek istemediği, şimdi tiksintiyle hatırladığı günleri anlatıp ne olacak, diye düşündüğü için, anlatmadığı daha başka şeyler yok muydu.”
Leyla, Sinan’ın yirmi yıllık karısıdır. Ada’ya gelirken onu da geride bırakmıştır.
Yolculuğu hatırlayışlarla doludur, konuştukça konuşur içiyle. “Camda önce kendimi görüyorum, yüzümü iyice yaklaştırınca siyah gölgemin arkasından hızla geçiyor hayat, hemen önümdekiler hiç görünmezken geniş düzlükler, onların üstüne çıkan tepeler, ağaçlar, rengi solan gökyüzü. Sonsuz ve sessiz bir boşluğun içinde gidiyorum, tutunacak bir yer aranırken dibi olmayan bir uçurumun karanlığına doğru indiğim gençlik rüyalarımı hatırlıyorum.”
Yabanıl kaldığı bu adada en zorlandığı şey aynı dili konuşabileceği birilerini bulmaktır. Ne ev sahibi Murat, ne muhtar, ne de diğerleri onu anlayabilecektir. Günlerden bir gün Mina çıkar karşısına. Mevsim aşka yakışır bir mevsimdir, aylardan Nisan. “Mutluluk nedenleri azalırken mutsuzluk nedenlerinin çoğalmasıymış aşk.”
Uzun uzun tasvirler zihninizden akıp geçiyor. Okurken muhtemelen sizin de gözlerinizin önünde bir ‘gümüş perde’ canlanacaktır. “Zeytinler binlerce yıl boyunca bütün çevreye dağılmış, kendiliğinden. Bu kayaların nereden gelip böyle ortalığa saçıldığını anlamıyorum, tuhaf, irili ufaklı, koyu kahve, kızıl kahve, sarı lekeli, yosun tutmaz kayalar, bu ıssızlığın içine çektiği yalnızlığın yabanıl yaratıcıları, canlanıverecekmiş gibi, antik zamanlardan kalma.” Belki de daha önce gittiğiniz bir ada… Her yanda koyunların ve keçilerin dolaştığı, denizi pırıl pırıl, sakin ve kendi halinde bir ada.
Sığındığı ada, deniz ve zeytin ağaçları önceleri Sinan’a iyi gelir. Ancak zamanla ahalisiyle aynı dili konuşamadığından olsa gerek sıkılır. Yazar, romanda Sinan’ı merkeze alıp her şeyi onun üzerinden anlatıyor gibi dursa da öyle değil. Satır aralarında gezinirken, yazılmayan cümlelerle size de düşünme alanı bırakıyor.
“Mina, iki heceli aşk. Bozulmadan nasıl duracak bu rüya. Yeşille sarının bir yamaçtan öbürüne soluksuz sıçrayıp gidişi, masmavi gökyüzünün adaya uzanan ışıkları, öbür yanda beş altı sıra art arda sıralanmış dağların aldığı yeşil, lacivert, mor renklerin göz alıcı derinliği karşısında insan yanındakine bile bir şey söyleyemiyor.”
Bir yazarın rüyası
“Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz”daki kurgu dikkatli bir okuma gerektiriyor. Zihinde oluş(tur)ulan flaşbeklerle kahramanımız sürekli olarak, geçmişi anımsıyor. Hapishanede yaşadıkları, eşiyle ayrılışı, adaya yerleşmesi, yazdığı roman, doğadaki gözlemleri, Mina ile yaşadıkları, hayata tutunma çabaları… Ancak yaz(g)ısına boyun eğişi. Zaman değişiyor, anlatıcı değişiyor, isimler değişiyor: Değişmeyen, kitabın anlattığı o hikâye. Sorgulamalar…
Bir doğa, bir yazı, bir aşk romanı olmanın ötesinde değerlendirmek lazım “Belki Başka Şeyler de Konuşuruz”u. İnsanın kendi karanlığıyla yüzleşme çabası ve değiştirmeye çalıştığı yazgısıyla karşılaştığımız romanda, hem bireysel hem toplumsal konular ele alınmış. Gayet sert ve perdesiz bir dille üstelik…
Kitabın anlatıcısı Sinan’ın yazma süreci de dahil romana. Kitabın yazarı da ‘eleştirmen’ olunca, zaman zaman anlatıcıyla mı yoksa yazarla mı muhatap olduğumuzu bazen tam kestiremedim. (Çünkü Gümüş’ün gazete yazılarındaki cümlelerine benzer cümlelerle romanında da karşılaşıyoruz.)
“Her şeyi bırakıp azıcık parayla özgürce yaşamak, hiç aklıma gelmeyen yerleri gezmek. Para çoğalınca özgürlük azalır. Kimseye eyvallahı olmadan burnunun dikine, adanın yanından açık denize doğru gitmek. İnsan bilmediği uzun sulara açılabilmeli. Yalnız, arkadaşsız, aşksız. Yapabilir miyim. Soğuk yağmurların altında sabırla bekleyerek geçerken hayatımız, hangi hayalimizi gerçekleştirebildik. Belki ölüm özgürleştirecek bizi.”
Az diyaloglu; anlatıcı, dil ve zamanın değişip durduğu romanın en ilgi çekici yanı ise belki de şu: Cümleler kimi zaman uzadıkça uzuyor, kimi zaman birden kısalıyor. Deneme diline yaklaşıyor kimi zaman da.
Üst kurgu, daha doğrusu kurgu içindeki kurgu/lar açıldıkça açılan matruşkalara benziyor. Merak unsurunun diri tutulduğu romandaki diyaloglarda biraz ‘üst’ bir dilin kullanıldığını söylersek yanlış olmaz. Örnek mi?!
“Belki yalnızca düşlerdedir senin gördüklerin. İnsan yaşamadığı gerçeklerin rüyasını görmez.”
“Peki, gördüğümüz rüyaları yaşamayı deneyemez miyiz,” dedi Sinan.
“Gerçeğe dönüşebilecek olanları yaşayabiliriz ama ya rüyalarımızdaki hayaller, düşler, fanteziler? Onların gerçek hayatta karşılıkları yok ki.”
“Onların da imgelerini yaratabiliriz ve o imgeler bizim gerçeğimiz olabilir.”
Akıcı, arı-duru, açık bir anlatımın hakim olduğu romanda, yazar okuduğu güzel kitapları da harmanlamış sanki. Çıt diye ezilen bir böcek, Satranç’taki siyah ve beyaz ben, Narkissos efsanesi vs. vs…
“Mina söylesene, aşk, sevdiği insanın rüyasını görmek değil midir?” diye soruyor ya kahramanımız romanda. “Bir yazarın rüyası” diyebilirim ben de bu romana.
Şimdilik bu kadar! “Belki sonra başka şeyler de konuşuruz.”…
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (15 Ekim 2015)