Başkalarının Buradaları, 1998-2000 arasında yazdığım ve Kansızlık’ta kitaplaştırdığım ilk öyküleri ve 2000-2003 arasında oluşan Taş Kayık’ı kapsıyor.
Kitabı oluştururken kendi yazı geçmişime yeniden bakmış oldum. İnsan çağdan daha yavaş değişiyor. Direnen yanlarımı görmek hoşuma gitti.
İlk öyküm Hayalet Gemi’de çıkmıştı: Borges/Kafka etkileriyle yazdığım Odalar ve Koridorlar Halkı başlıklı bu metni hiçbir kitaba almadım. Belki kitaplaşmamış öyküleri derlediğimde yeniden elden geçirir ve okura sunarım.
Hayalet Gemi, edebiyatımızda çizgi dışına çıkabilen birkaç yayından biridir. 90’lı yıllarda, sosyal medya gibi imkanlar (ve bulanıklaştırıcı engeller) yoktu. Hayalet Gemi’yi, Murat Gülsoy büyük emek vererek neredeyse hiçbir destek almadan hayatta tutuyordu. Faruk Ulay’ın elinden çıkan dikkat çekici tasarımı ve “merkez” dergilere göre deneysel/yenilikçi metinlere daha çok yer vermesiyle genç okurların dikkatini çekmişti.
Hayalet Gemi’den sonra ilk öykülerimin pek çoğunu Dergâh dergisine verdim. İslamcılığın kültür dünyasına dahil olmuştum; yetiştiğim çevrenin kazandırdığı kişilik ve alışkanlıklar o kesime uyum sağlamamı kolaylaştırdı sanırım, ya da öyle olduğuna kendimi inandırdım. Dergâh’ın başında o yıllarda Mustafa Kutlu vardı; edebiyatçı olarak sol kesimden de pek çok kişinin saygısını kazanmış bir yazardı. Fourier’in anlayışına yakın bir sosyalizmi savunduğu için İslamcı çevrede görece yalnız kalmış olan Nurettin Topçu’nun çıkardığı Hareket dergisinde yetişmişti.
Bugün “sol kesim”, “sağ kesim”, “İslamcı”, “liberal” gibi etiketler daha bulanık kalıyor. 90’lı yılların sonuna kadar ayrımlar daha keskin ancak ortam daha sakindi.
Dergâh’ta çıkan öykülerimde pek öyle İslami ya da mistik ögeler bulunmaz. İslam’ın toplum içindeki görünüşleriyle daha çok ilgiliydim; çünkü benim yaşamımı da etki altına alan İslam’ın ilahi mesajı ya da içeriği değil toplumun dini kavrayış ve yaşayış biçimiydi. Edebiyata yansıyan, İslam’ın kitabi yanı ya da kitabi yönden okunmasının bir sonucudur, ki bu tür yansımaların Nedim Gürsel, Elif Şafak, İhsan Oktay gibi birçok yazarda izlerini sürebiliriz.
Şimdi dönüp baktığımda ne ben ne de – bugün bir kısmı gazete köşelerinden, gazetede köşe bulamıyorsa Twitter’dan fetva yağdıran, şehadet yeminleri eden isimler olmuşlarsa da – o zaman tanıdığım genç İslamcıların çoğu pek öyle dindar insanlar değildi.
Mustafa Kutlu yayın yönetmeni olarak yazarlarla yakından ilgilenirdi; dolayısıyla o yıllarda yazdığım öykülerde Kutlu’nun anlayışını da karşılamaya çalıştım: Örneğin Dergâh’ta çıkan Televizyon Uykusu ilk yazıldığında ucu açık sonlanan bir öyküydü; ancak Mustafa Kutlu öyküdeki kişilerin davranışlarındaki nedenlerin belirsizlik kalmayacak biçimde ortaya konması gerektiğini düşünüyordu. Ben de buna göre Televizyon Uykusu’nun sonunu elden geçirip düzenlemiştim.
Aslında içinde “mistik” denebilecek ögeler bulunduran tek öyküm sanırım Beşinci Çayın Sahibi’dir; ki bunu da Ali Ural’ın çıkardığı Merdiven dergisinde yayımlamıştım. Bu öyküde bile mistik/geleneksel olanı – elimden o kadar gelmiş! – inceden tiye alan bir şey vardır.
Aynı yıllarda yine Kutlu’nun teşvikiyle kitap tanıtımları ve eleştiri yazıları yazmaya başladım. Bunlar, en azından yazar çevresi içinde çok sevildi ve saygı kazanmamı sağladı. Ancak insanların alınganlığının kine dönüşebileceğini bilmeyecek kadar deneyimsizdim ve bu nedenle başıma çok iş aldım. Yine de düz yazı temel yazarlık becerilerini kazanmak açısından geçilmesi gereken bir yoldur.
Henüz birkaç öyküm çıkmışken Dergâh Yayınları’nın sahibi Ezel Erverdi’nin bir dosya hazırlamamı önermesi – ki oldukça erkendi – beni çok heyecanlandırdı. Hiçbir yerde çıkmamış, masamda bekleyen bazı öyküleri de derledim. İlk aşamada Mustafa Kutlu yazdıklarımın henüz kitaplaşacak olgunlukta olmadığını söyleyerek karşı çıktı; ancak ben diretince de ısrar etmedi.
Kansızlık, 2000 yılının Kasım ayında çıkmış. Yazar olarak kendi eğilimlerimi keşfettiğim bir kitap oldu; haliyle kimi öykülerde o alıştırma izleri, pürüzler ve eksikler görülebilir. Özellikle anlatım biçimi açısından beceriler kazanmaya çabaladığım öyküler bunlar… Televizyon Uykusu yazıldığı sırada Latife Tekin okuyordum sürekli; yüzeysel bir bakışla belli olmasa da o öyküde Tekin’in anlatımından öğrendiklerim ortaya çıkarılabilir. Buzdolabı, Faulkner’ın bakış açısını kendi yazma anlayışıma, kendi dünyama ve aslında kendi tarihime uygulamaya çalıştığım bir öyküydü.
Yeri gelmişken: Bütün yazdıklarımda biyografik ögelerden yararlandım. Bundan ne gocunuyorum ne de bununla ilgili bir eksiklik duyuyorum.
Bir anı: Sandal ve Odalar ve Koridorlar Halkı öykülerimin birer fotokopisini alıp Boğaziçi Üniversitesi’nde Şiir Kuramı derslerine girdiğim, çok sevdiğim Hilmi Yavuz’a vermiştim. İşletme öğrencisiydim. Puan açısından pahalı ve öğrenciler arasında itibarlı bir bölüm olmasına karşın sonuçta ticaret öğrenimi görüyordum ve Şiir Kuramı türü dersler benim için nefes alma imkanı oluyordu. Hilmi Yavuz, hiç üşenmemiş, benim gibi genç bir heveslinin öykülerine zaman ayırmış. Bu nezaket ya da meraktan öte bir şeydir; edebiyat sevgisi ve ciddiyetidir. Benim kuşağımdan Hilmi Yavuz gibi büyüklük gösterebilenler pek çıkmadı. Odalar ve Koridorlar Halkı’nı çok beğendiğini söylemişti; Sandal’ı sanırım sıradan buldu. Biraz da, Dergâh dergisine karşı – orada çıkan bazı yazılara bağlı olarak – düşünceleri olumsuzdu.
Hilmi Yavuz, kültür ve edebiyat dünyamızda, en çok saldırıya uğrayan isimlerden biridir. Benim için çok şey öğrenilebilecek derin bir kültür adamıydı; şimdilerde, geçen yıllar içinde imkan olduğu halde Hilmi Yavuz’la daha çok görüşmemiş olduğuma hayıflanıyorum. Pek çok yazar ya da şair, edebiyat kuramına yeterince zaman ayırmaz; Hilmi Yavuz bu anlamda kuşağımdan pek çok isme Hoca oldu diyebilirim.
90’ların sonunda İslâmcılık görünüşte – 28 Şubat’tan sonra – bastırılmış, ya da en azından köşeye itilmiş gibiydi; halbuki Türk siyaset dünyasının ekonomik krizlerden sonra darmadağın olduğu bir ortamda güle oynaya örgütlenme ve iktidarlaşma imkanı bulacaktı. Ancak hala toplumun görece eğitimli kesimlerinde itibar görmüyordu. Söz gelimi, başı örtülü bir kadının bir bankada işe girmesi (katılım bankalarını elbette ayrı tutuyorum) imkansızdı. Kültürün bir nebze olsun dokunduğu sektörlerde bu ayrım keskinleşebiliyordu; örneğin tıpkı yayınevleri gibi reklam ajansları da ayrılıyordu. Dolayısıyla İslamcılığı kabullenmemiş büyük aile şirketleri ya da kurumlar, en azından genç İslamcı kuşağın hareket alanına sınırlar getiriyordu.
Bu süreç İslâmcı tabandaki genç insanların ifade olanaklarını kendi muhitlerinde de kısıtlıyordu. Yayıncılığı muhafazakardı; Dergâh’ta bile her türlü içeriği görmek mümkün değildi. Sosyal yaşam da biçimlendirilmişti: Eğitim, büyük payı bugün FETÖ adını verdiğimiz oluşum alacak şekilde, cemaatler ve tarikatler arasında bölüşülmüştü; yurtlarda, okullarda ve dersanelerde bir çeşit sıkıdüzen geçerliydi. Kızlı erkekli toplanmak kontrollü olarak ve nadiren mümkündü örneğin… Ya da hiç değildi. “Boş zaman” söz konusu değildi; müslümanın boş zamanı olamazdı, ya ibadetle geçmeliydi ya da (daha iyisi) cemaat-parti-tarikat-teşkilat tarafından belirlenen uğraşlarla. Buna karşın bir avuç gencin edebiyat dergileri çevresinde toplanıp bağımsız kişilikler kazanmaya çalıştığı oluyordu; sıkça hüsranla sonuçlansa bile…
İslâmcı kesimin – hala sorunlu olan – sanatla ve felsefeyle ilişkisi iyi anlaşılmalıdır; çünkü bireyin olgunlaşma sürecinde belirleyici olan bu iki alan İslâmcı ya da İslâmcı-Türkçü sağ çevrelerde büyük ölçüde hadım edilmiş, kısıtlanmış ya da bu alanlarla kurulacak ilişki belli isimler/kurumlar ölçeğine daraltılmıştır. Bunda İslâm’ın kendisine kusur bulmak tartışılabilirse de aslında modern İslâmcılık ya da Siyasal İslâm dediğimiz şey örneğin Osmanlı’da yaşanan şeriat düzeninden daha dar görüşlü olabilmektedir.
Her şeyden önce plastik sanatlar ve müzikle ilgili İslâmcı çevrelerde aşılamayan bir bulanıklık söz konusudur. Resim ve heykel zaten uzun süre müslümanların hayatından uzak tutulmuş uğraşlar olmuştu; 90 gençliğinin “baba”larını oluşturan kuşaklar evlerine resim asmayan insanlardı. Kimi evlere televizyon sokulmazdı. İçlerinde hat sanatına bile mesafeli olanlar bile vardı. Göç yoluyla kentlileşen bu insanlar için bu tür sanat uğraşının yokluğu zaten eksiklik sayılmıyordu. Resim ve müzikteki dini engeller modern hocaların yaklaşımıyla gevşetildiğinde de sağ çevrenin gençleri yapay bir gelenek anlayışına mahkum edildi. Başka türlüsü de nasıl mümkün olacaktı bilemiyorum: İslâmcı bir ressamın sözgelimi nü figürlere yönelmesi pek olası değildi; hala da değildir- insan bedeni plastik sanattan çıkarılınca da geriye aslında pek az şey kalır. Güller, dallar, oyalar, desenler… Günümüzün popüler müziği de arzuların şiddetli ve serbestçe ifade edilmesine yaslanır. Muhafazakar çevreler bunların yerine gençlerin kendilerini ebruyla ve tasavvuf müziğiyle geliştirmesini öneriyordu; elbette bu alanlar kendi başlarına yeterli olamazdı ve yenilenmeler ortaya çıktı.
Bu durumda İslâmcı gençlerin hem geldikleri altyapı hem de içine dahil oldukları çevre bakımından modern sanata en yakın durabilecekleri yer edebiyat olmuştur. “Çıplak bir kadın” demek çıplak bir kadın çizmekten daha az risklidir. 90’larda sağ edebiyat dergilerinde çıkan modern şiirlerde cinsel göndermelere ya da o günlerin deyimiyle “itikadi sorunlar”ı işleyen dizelere sıkça rastlanır. İmgeciliğin olanakları bir bakıma İslâmcı şaire özgürlük alanı olmuştur. 5-6 yıl içinde edebiyat tartışmalarının “Kadınlar şiir yazabilir mi?” sorusundan “Şiirde argo/müstehcen ifade kullanımı”na evrilmesi dar görüşlü bir çevrenin iç ilerlemesi olarak kabul edilebilir mi? Bilmiyorum. Yine de en aykırı örneklerinde bile bu çevrenin edebiyatının son derece naif düzeyde kaldığını söyleyebilirim.
Edebiyatın yanı sıra sinema da ilgi konusuydu: Mustafa Kutlu, kendi de senaryolar yazmış bir sinema meraklısıydı. Ondan işittiğim ifadeyle, “Sinema hayal perdesi” olduğu için bize daha yakındı. Tiyatroda, gerçek bir insanla yüzleşmek bizim insanımıza göre değildi. Yine bedenin doğrudan sergilenmesinin problem olduğunu görüyoruz. Bedenle göz arasına sinema ya da fotoğraf gibi de olsa, bir dolayım getirildiğinde, sanat için bir imkan oluşabiliyordu. Cihan Aktaş, İran sineması üstüne bolca yazmıştır, ki devrim sonrası İran sineması da bastırılmış sıkıntıları üstü kapalı masalsı temalarla işleyen çoğunluğu sol görüşlü yönetmenlerin eseridir. Kısacası İslamcılığın dünyası içinde ezilip cılkın çıkmadan sanat yapamıyordun; ne de olsa Şuara suresinin meşhur ayetinde şairler lanetlenirken “zulme uğrayanlar” müstesna tutulur. Bu ilke İslâmcıların sanat dünyasında belirleyicidir.
Sinema üstüne yazanlardan biri de Sadık Yalsızuçanlar olmuştur; Yalsızuçanlar, ağırlıklı Tarkovski üstüne düşünürdü. Bu sefer kapalılık ve bastırılmışlığın üstüne mistisizmin de bindirildiğini söylemek mümkün. Tasavvuf geçmişte de müslümanların, ortodoks din anlayışının baskısı karşısında rahatlama aradığı devletin de buna göz yumduğu bir alan olmuştu. Günümüzde yozlaşmış tarikatların çıkarlarınca işgal edildiği için sanat meraklısı muhafazakarlara sadece teorik bir sığınak vermiştir. Bu sığınak büyük ölçüde kağıt üstündedir, şiirin ya da öykünün dünyasına bazen çiğlik boyutunda taşınan teknik bir işleme dönüşür.
Sağ kesimde yazılan roman sayısının ne denli az olduğunu fark etmişsinizdir: Hidayet romanı tabir edilen popüler dini romanları saymazsak 90’larda yazılan, iyi kötü ciddiye alınabilecek metinler bir elin parmaklarını geçmez; çoğu da teknik açıdan yetersiz ya da içerik açısından basmakalıptır. Mustafa Kutlu bile, “uzun hikaye” formunun dışına hemen hiç çıkmamıştır. Öykü ve şiirde ise görece yüksek bir üretim söz konusudur.
Öyküde mistikten gerçekçiye doğru bir yöneliş vardı. (Aslında bu yönelimin kökleri belki Kutlu’nun erken öykülerine hatta Rasim Özdenören’e götürülebilir) Kutlu, öteden beri gerçekçi öyküler yazmaya çabalamış, kent yaşamında sıkışıp ezilen Anadolu insanını işlemişti. Elbette öykülerinde müslümanların yaşayışına ilişkin ayrıntılar ağır basıyordu. Ayrıca, zaman içinde Kutlu’nun öyküleri taşranın pastoral yaşamını özleyen eleştirellikten uzaklaşan metinlere dönüştü. Diğer yandna, 90’larda, gündelik yaşayış, İslâmcı yazarların öykülerine daha sık girmeye başladı. Bu işi başlatan da – bana göre son derece umut verici bir gelişmedir – kadın yazarlar oldu: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, sosyoloji ödevi tadında bir dizi öykü yazarak ün kazandı örneğin; Cihan Aktaş da neredeyse otobiyografik denebilecek, uzun öyküleriyle sağ çevrelerdeki kadın gerçeğini – yine naif denebilecek bir ölçekte de olsa – ortaya döktü.
Kendi yazdıklarıma dönecek olursam… İslâmcılığın ideolojik kaygılarıyla işin doğrusu yeni yeni tanışıyordum; dindar bir ailede büyümek, dinle bağdaşmış ideolojilere angaje olmak anlamına gelmiyor. En fazla bir eğilimi işaret edebilir. Otosansür konusunda daha özensizdim; örneğin Kansızlık’taki El öyküsü tenle ilgili ayrıntılar nedeniyle dönemin sağ dergilerinin hemen hiçbirinde yer bulamazdı. Çok daha sonra yazacağım ve Taş Kayık’ta çıkacak olan Küçük Rüzgârlarla Gelen öyküsü nedeniyle Dergâh dergisini eleştirenler olmuş; çünkü öyküdeki gençler bira içiyordu. Şimdi dönüp bakınca Kansızlık’ta, tasavvuf, vecd, inanç çelişkileri gibi konuların yanısıra Siyasal İslam’ın gündemi olan Filistin ya da baş örtüsü sorunu gibi tartışmalara da kapalı kalmışım. Bunun çok basit bir nedeni vardı: İlgimi çekmiyordu.
Kansızlık öyküsü ilk olarak Atlılar’da çıktı. Hem sevildi hem de anladığım kadarıyla biraz tedirginlik uyandırdı. Öyküde aslında İslami bakış açısıyla – karakterlerin davranışlarını saymıyorum – anlatılması sakıncalı olabilecek hiçbir şey yoktu. Ancak yine de o çevre içinde şiddetli bir kötülük öyküsü olarak yorumlandı. Bugünden bakınca Sandal, Buzdolabı, Televizyon Uykusu gibi öyküler tam kabul edilebilir olanın sınırındaydı diye anlıyorum. Aslında örneğin Dergâh ya da Hece gibi dergilerde yazan başka kişilerle aynı dünyayı gözlemliyordum. Memleketin muhafazakar dindar insanlarının dünyasıydı bu. Sol dergilerde çıkan öykülerde hemen hiç ilişilmeyen bir çoğunluktan söz ediyorum- solda, 90’lı yıllarda “gerici köy imamı” şablonu henüz aşılıyordu, “faşistlerle işim olmaz” züppeliği de belki hala aşılamadı. 93’teki Sivas Katliamı gibi korkunç olaylar karşısında sağın umursamaz kalması sonrası bu reaksiyonları haksız bulmuyorum; ancak pratikte iyi bir sonuca yol açmadılar- solun, Türk halkı üstündeki etkisi büyük bir hızla eridi. Tamamıyla kendine özgü hedefleri ve kaynakları olan Kürt hareketi ve sağ iktidarların kendi kitlelerini konsolide etmek amacıyla sistemli olarak dışladığı Alevi kesim olmasa bugün sol sıfırlanmıştır. Sığıntılaşan entelektüellerin düşünce üretme umudu da kalmaz. Geçmişte sağ kesim adını verdiğimiz, Türkçü-İslâmcı tabanlar sayesinde iktidara tutunan serbest piyasa siyaseti de çözüldü ve yerini politik bir makineye dönüşmüş İslâmcılığın kıyıcı kapitalizmine bıraktı.
Öte yandan benim yazma biçimim – şimdi anlıyorum – o dönem İslâmcı kesim için de ideal değildi; bir gerçekçilik anlayışı kurulması gerektiğini anlıyorlardı, evet, bu gerçekçilik içinde eleştirinin yer etmesini akla uygun buluyorlardı, ama bu iş bir yerde tatlıya da bağlanmalıydı. İnancın emrettiği yola ya da geleneğin emin çerçevesine sığınmanın bir çözümünü bulmalıydım. Açıkçası yaptığım işte cesaretlendirenler de az değildi; ama daha çok ağabeyce öğütlere maruz kalıyordum.
Bir de, Mustafa Kutlu’nun hiçbir zaman desteklemediği “fantastik” ögelerin olduğu öyküler yazıyordum. Borges ve Kafka meraklısıydım; aslında bu tür edebiyat – Kafka’nın “menkıbelere” benzeyen metinlerini ya da Borges’in mistik taraflarını düşününce – İslâmcı çevrede çok daha kolay kabul edilebilecek niteliğe sahipti; ancak ben, bu yazarlardan aldığım etkiyi, başka öykülerde işlediğim insan gerçeğiyle bir arada kullanmaya çalışıyordum. Sesi Duyulan Şeyler’i bu yönden okumak mümkündür sanırım. Ya da Ayı öyküsünü. Bu eğilim Taş Kayık’ta da yönünü değiştirerek devam edecekti.
Kansızlık ile Taş Kayık arasında yaklaşık 3 yıl var. Bu süre içinde okuma evrenim de değişikliklere uğradı diyebilirim; Kansızlık’ı oluşturan öyküleri yazdığım süre içinde İslâmcı çevrenin kültür dünyasıyla yeni tanışıyordum; aslında bir kültür / entelektüel çevresiyle ilk kez karşılaşıyordum. Uyum sağlamakta zorlandığımı söyleyemem; çünkü karşılaştığım insanların çoğu benimkine benzer sosyal arka plana sahipti. Üstelik beğeniler ve yaşam tarzı açısından İslâmcıların genç kuşağında da bir yenilenme vardı. Cemaatlerden ve siyasi partilerin gençlik teşkilatlarından yakayı sıyırabilenler mahalle baskısına karşın geçmişte kalan kalıplara sığmıyordu: Örneğin artık hidayet romanı okumak ya da öyle şeyler yazmak hafife alınan bir şeydi. Kendilerini daha modern sayan İslamcılar daha geri kafalı davrananları “köylü” olmakla itham ediyordu. Herkesin hayatında müzik vardı; sözgelimi bu İslamcı gençlerin çoğu Bob Dylan hayranıdır. Hiç unutmuyorum, 28 Şubat sonrasında Hakan Albayrak köşesinde John Lennon’ın ‘Imagine’ şarkısını saçmasapan bulduğunu ve neden gelmiş geçmiş en iyi şarkı seçildiğini anlayamadığını yazmıştı; Bob Dylan gibi “şair” bir şarkıcı varken, John Lennon’ı şişirme buluyordu. Hürriyet gazetesi, Albayrak’ın bu yazısını haberleştirip “İslâmcı Yazar John Lennon’a Çüş Dedi” diye başlık atmıştı. Bir çağın insanları birbirlerini ancak bu kadar kötü anlayabilir.
Sadece Bob Dylan değil; o zamanlarda İslâmcı bir gencin dünyasını oluşturan kültür kaynakları içinde sayılabilecek çok “Batı” değeri var: Tom Waits örneğin, Charles Bukowski, Quentin Tarantino, Kurt Vonnegut… Sanırım Batılı kaynaklara karşı İsmet Özel’in kazandırdığı bir cesaret vardı. Şehrengiz dergisine Arslanbenzer’in teşvikiyle (onun da şiirlerini çevirdiği) Dylan Thomas’ın bir öyküsünü çevirmiştim. Alev Alatlı, Cemil Meriç gibi yerli kaynakları da eklemek gerek- elbette İkinci Yeni şiirleri de katabiliriz.
Buna karşılık belli eksenlerde sınırlar kesindi: Alkol almazdık örneğin; en azından çoğumuz almazdı. Ancak alkol içilen sofralarda bulunmamak gibi bir katılığımız yoktu. Filistin gibi geçilmez kalın kırmızı çizgiler vardı; ki o konuda zaten dünyanın büyük kesimiyle de ortak bir görüş söz konusuydu. İsmail Kılıçarslan’ın “Amerika sen onun bunun çocuğusun” diye yazdığı gibi – ve sanırım hemen hemen o kadar – Amerika ve emperyalizm karşıtıydık. Yeni İslâmcılar sözgelimi ülkücüleri de sevmez ve seviyesiz bulurdu; ancak asıl iç düşman o zamandan belliydi: Cemaat. Ya da bugün adlandırıldığı şekliyle FETÖ.
Aslında FETÖ’ye İslamcılığın iç olgusu gibi bakmak ne kadar doğru olur bilmiyorum; çünkü hiçbir zaman başka İslami kesimlerle – diplomatik bağlar ya da çıkar ittifakları dışında – bir ilişki kurmadılar. Baba zoruyla Cemaat’le tanışmıştım; 80’den önce MSP seçmeni olan babam, 80’lerin ortasında bir arkadaşının teşvikiyle cemaate katıldı. Ev toplantıları, bayramlarda deri toplama koşturmacası, yurt mütevellileri derken sanırım küçük bir servet yedirmiştir; karşılığında, ölümünden sonra birkaç adam gelip gazete aboneliğinden kalan paraları tahsil etti. Haliyle “ağabey”lerle ilkokul yıllarında tanışmış oldum; sık sık aksatsam da, sonunda babama şikayet edildiğimden, üniversiteye girdiğim yıla kadar o evlere zaman zaman girip çıktım. Benim karşılaştıklarım cemaatin iç örgütlenmesinin en alt kademesindeki öğrencilerdi elbette; umarım içlerinden kimileri sonradan kopmuştur. Ama o kadarı bile yapının tekinsizliğini anlamaya yetiyordu.
İslâmcı çevreler FETÖ için sanıldığı kadar güvenli değildi; çünkü ne mal oldukları o kesimde daha iyi biliniyordu. Hayatlarını yüce olduğunu düşündükleri bir idealin uğrunda ajan olarak yaşayan bir yığın insan… Kimseyle – belki kendi içlerinde bile – hakiki ilişkiler kuramamışlardır. Evlilikleri planlıydı. Meslekleri önceden belirlenmişti. Ve daha birçok şey… Böyle bir hayatı ancak distopik bilim kurgularda bulabilirsiniz. Nasıl mümkün olabildiğine gelince… İşte, kültür hayatı hiçbir zaman sanatın, felsefenin ve eleştirel düşüncenin kıvılcımıyla ateşlenmemiş durağan bir muhafazakarlık tam da böyle bir örgütün devşirmek istediği beyinleri üretecektir.
FETÖ hiçbir zaman edebiyatı sevmedi. Onlara göre Sızıntı dergisi edebiyatın ve düşüncenin zirvesidir. Bir ara Yağmur diye saçmasapan bir dergi çıkardılar ama herhalde yine kendi robotlaşmış aboneleri dışında kimseye ulaşmadı. İslâmcı çevrelerde çoğunlukla sevilmezlerdi; ibadetleri bile yapmacık bulunur, davranışları aşağılanırdı. Zaman gazetesinin canlı bir kültür sayfası olduğunu ve o günün tanınmış yazarlarını barındırdığını söyleyebilirsiniz; bunun basit yanıtı var: Vitrin için görece güzel para veriyorlardı. Çok değil ama güzel… Önce Beşir Ayvazoğlu gibi eski ülkücülerden yazarlar topladılar. Sonra, İskender Pala, Elif Şafak… Giderek Selim İleri, Hilmi Yavuz gibi isimlere yöneldiler. Malum gazetenin tirajları bir milyonu bulurdu, ama okuru 10.000 kişi bile değildi.
Kansızlık’tan sonra aslında bir roman yazma düşüncesindeydim. Birtakım metinler oluşturmaya başlamıştım ama elim öyküye kayıyordu. Ancak yazdıklarımın çok azını dergilere gönderdim. Dergilerde çıkan metinlere bir yanıt almak neredeyse imkansızdı. İslâmcılıkla ilişkim aslında sadece edebiyatçılar ve yayınlar seviyesinde kaldı; bir süre İbrahim Tenekeci’nin yönettiği dergilerde yazdım. Tenekeci, Dergâh dergisiyle adını duyurmuş ve sonrasında geniş bir okur kitlesi kazanmış genç şairlerden biriydi; Milli Görüş kökenli olduğu için çevresinde kendi kuşağından ya da daha genç isimleri toplayıp beraber hareket etmeyi tercih ederdi. Sanırım Dergâh sonrasında süreklilik açısından en başarılı dergileri – tabi sağ kesim içinde – o çıkardı. Samimi ama ölçülüydü. Birun Yayınları’yla ilişkisi iyiydi ve yeni kitabımı yayın yönetmenliğini üstlendiği bir seriden çıkarmak istediğini söyledi. O sıralarda iş hayatına yeni girmiştim; yazma tempom da zayıfladığı için roman işini ertelemeye ve öyküleri çoğaltmaya karar verdim. Taş Kayık bu süreçte doğdu.
Taş Kayık nasıl bir kitaptır? Eldeki öykülerin hepsini kitaplaştırmak telaşıyla iki bölümlü bir dosya olarak oluşmuştu. İlk bölümde bugün Başkalarının Buradaları’nın Taş Kayık kısmını oluşturan birbiriyle ilişkili bir dizi öykü yer alır. Bu biraz Mustafa Kutlu’nun kendi kitaplarında uyguladığı bir yaklaşımdı. Roman tadı verecek biçimde yazılmış, ama her biri ayrı okunabilecek öyküler çıkarmak… İkinci bölümde Kansızlık’taki çizgiye benzer biçimde konu birliği olmayan ve kendimce biçimsel yenilikleri kovaladığım yalnız öyküler yer alır. Başkalarının Buradaları’nda bu öyküleri kafa karıştırmaması için Kansızlık bölümüne aldım.
Taş Kayık, İslâmcı çevrelerdeki yaşayışın bunalımlı ve sorunlu yerlerinden çıkarılmış öyküleri kapsar. Bu konuda tek kitap olduğunu iddia etmeyeceğim; sonuçta Kutlu’nun Sır’daki öyküleri de Mehmet Efe’nin Mızraksız İlmihali de bu “mahalle”ye karşı eleştiri niteliğindedir; ancak frene bastıkları, sevecenleştikleri ya da görmezden geldikleri bir nokta vardır. Örneğin Kutlu’nun Sır’ında, taşrada yerleşik bir şeyh, müritlerinin ısrarıyla şehre gelir; burada sermaye ilişkilerinin göbeğinde kalır ve bu durumu kaldıramayıp “sır” olur, yani ortadan kaybolur- kitaptaki öyküler de “Efendi” diye sözü edilen şeyhin ardından kendi hayatlarını sorgulayan kimselerle ilgilidir. Ancak, bu sermaye ilişkilerinin ne olduğu, nasıl kurulduğu pek anlatılmamıştır; Şeyh, günaha karşı neredeyse kusursuz yaratılışlıdır, kötülük çok uzak, çok silik çizgiler halinde kitapta yer eder. Mızraksız İlmihal’de de sevecen bir “bakın yanlış bunlar” uyarısı vardır. Gerçekte elbette ne şeyhler sır oldu, ne de sonuçlarını o günlerde hafife aldığımız yanlışlar düzeldi.
Siyasi bir şey yazmak hiçbir zaman idealim olmadı; ama kapalı çevrelerde insani şeyler siyasetin koyu gölgesinde yaşanıyor. Bugün bile, örneğin FETÖ olgusunun yarattığı insani yıkım yeterince görülmüyor. Ortada bir kişilik savaşı var mıydı? Aile zoruyla cemaat ilişkilerine sürüklenmiş birçok genç vardı örneğin. 28 Şubat’tan sonra kendi cemaatleri tarafından baş örtülerini açması ya da peruk takması istenen genç kadınlar da vardı. Bunların bir kısmı 28 Şubat sürecinde “Fadime Şahin Vakası” gibi olayların en çiğ biçimde ortaya sürülmesiyle medya tarafından çok kötü istismar edildi; o nedenle İslâmcılık daha da içine kapanmaya yöneldi. Bu süreçten en güçlü çıkan FETÖ oldu; gerçekten bastırılmış gibi görünerek tamamıyla kenara çekildiklerini düşündürdüler. O günlerde dersanelerinin sayısını artırıp her kitabın ve kitapçının giremeyeceği iğrenç fuarlar ve etkinlikler düzenliyorlardı. 15 Temmuz’dan sonra kötülüğün merkezine sadece FETÖ yerleştirildi ama aslında kalan bütün cemaatler de tıpkı FETÖ gibi örgütlenmeye çabalıyor ama sadece geri kalıyordu. Gerçekten hepsi öğrenci yurtları ve okullar açmaya çalışmıştır ve devam etmektedir. Hemen hepsinde evlilikleri organize eden gevşek ya da katı bir mekanizma vardır. Hepsinin hedefinde silahlı kuvvetler, polis, eğitim ya da devletin kritik bir kolu içinde yer etmek vardır, ancak FETÖ’yle bu konuda rekabet etmeleri mümkün olmamıştır; dolayısıyla kendilerine düşen paya çöreklenip hayatlarını sürdürmeye odaklandılar. Çok açıkça, hemen her cemaat devleti şu ya da bu yolla kontrol etme derdindedir.
Bu baskı ortamında hayatını sürdürmeye çalışan bireylerin hastalıklı kişilere dönüşmesi kaçınılmazdı; kendini kurtarmak isteyen marjinelleşiyordu, marjinalleşen kişi, başka çevrelerde ancak ikinci sınıf birey olarak tutunabiliyordu. Mahalleyi terk ettiğinde bazen peşini bırakmayan geçmişi bazense edindiği huylar ya da inançlar nedeniyle uyum sağlamakta zorlanıyordu; ailesine ya da çevresine daha bağımlı kişilerse patetik bir duruma sürükleniyordu. Böyle çok insanla tanıştım, özellikle entelektüel çevrelerde sıklıkla rastlanırdı. Hatta bugün, İslâmcı gazetelerde bazı köşe yazarlarının manyaklığa varacak derece tuhaf ve kabul edilemez çıkışları aslında kendi çevrelerine karşı gerçekleştirilememiş bir eleştirinin patlaması sayılabilir. (Gestapo, gettolarda en büyük yandaşlarını işbirlikçi yahudi kolluklar arasında bulmuştu.) Edebiyat bu tiplerin bir kısmı için tutunacak bir daldı. İşte ilk olarak Taş Kayık’ta kişiliğini yazmaya başladığım Nazan böyle bir insanı temsil ediyordu. Nazan’ı çok sevdiğim için daha sonra 40 Hadis’e de taşımadan edemedim. Nazan, sanatçı doğasının yarattığı bağımsızlık duygusunu radikal İslâmcı görüşleriyle bastırır; ancak öyle bir yaşamı sürmeyi beceremeyecek kadar da kırılgandır. Tehlikeli radikallerin böyle doğduğunu düşünüyorum; şiire susamış bir insan yüreğini o kadar büyük açar ki, o anda içine ne olsa alacaktır.
Taş Kayık, sadece İslamcılıkla ilgili değildir; 90’ların sonunda yirmili yaşlarının başında olan kuşakla ilgili başka gözlemleri de öyküleştirmiştir. Örneğin bu öykülerde – kitabın ikinci bölümünde olanları da katarsak – İstanbul dev bir kenar mahalle olarak görünür. 90’lar boyunca yazılan pek çok öyküde İstanbul Beyoğlu’ndan, kenar mahalleler de Tarlabaşı’ndan ibaretti. Televizyon dizileri ya da habercilik için bile durum böyleydi. Dolayısıyla Sultanbeyli’den başlayan bir siyasi hareket sonunda İstanbul’u ele geçirince ana akım medya şoka uğramıştı. Küçük Rüzgârlarla Gelen ve Ağır Misafir gibi öykülerde şehrin pek de masalsı olmayan ve ideal bir film setine dekor oluşturmayacak bu görüntüsü vardır.
Elbette, Başkalarının Buradaları’nı oluşturan öykülerin biçim ve anlatımı üstüne de bir şeyler söylenebilir. Yalnız bu işi başkalarına bırakmam gerek. Çoğunlukla yakın tarih ya da güncel sıkıntılara ilişkin bir şeyler yazıldığında okumaya başlamak insanı zorlayan bir şeydir. Benim okurdan ricam, dilediği yerde yarıda bırakması. Edebiyat her şeye rağmen – neyse ki – keyif işidir; insanın zihninden, o keyifli anlarında yaşadığı açıklığı ve zindeliği bekler.
Selçuk Orhan – edebiyathaber.net (28 Aralık 2017)