Çok ama çok eski zamanlarda uzun kirpikli güleç kelimeler yaşarmış. Bunlar dağ, ova, dere, tepe gezer, görülmeyi beklermiş. Görenlerin dönüp dönüp yeniden baktığı bu kelimeler önce nazlanır, sonra yavaş yavaş cümlelere dönüşür, yüreklerde süzülür, dillerde ıslanır, avuçlarda gizlenir, kulaklara dolarmış. İnsanlar da gezginmiş o zamanlar. En iyi dostları ayaklarıymış. Böyle ölçerlermiş yeryüzünü. Gittikleri her yere göz kırpan sözler bırakır, sözün gezdikçe değişmesine, çoğalmasına, anlamdan anlama konmasına şahitlik ederlermiş. Söz kimi anlatırsa anlatsın, duyulanı söylermiş. Sonra uydurulmuş olan kulağa damlamış. Ama elçiye zeval olmazmış. Zamanla söz kâğıda da düşmüş… Düşer düşmez yazı olmuş adı, elçininki de yazar. Bir konu yüzlerce farklı şekilde anlatılır olmuş. Türlere ayrılmış. Kimi epik, kimi hikâye, kimi roman… sayılmış. Diyelim ki roman koyduk adını, çağırdığımızda da hemen öyle dönüp bakmıyormuş ki yazılan. “İyi bak,” diyormuş, “bana roman deyip geçebilecek misin?”
Vesselam imza kusursa, adlandırmak zor iş. Gürsel Korat’ın, Yine Doğdu Tanyıldızı romanı üzerine yazmak isterken tür savaşının içinde buldum kendimi. Korat, Mevlana’yla Şems’i işaret etmişse de, tarihi tarihe bırakıp kurmacaya çevirmiş hikâyenin yönünü. Kendine has bir kurgu çıkmış ortaya. Madem derdimiz edebiyat, ne yazıldığı nasıl yazıldığıyla müsemma, gıybete lüzum yok. Varsın anlatılan üslubunu çağırsın.
Çağırsın çağırsın da, kitabın arka kapağındaki sunuşta, tragedyaları andıran roman tanımı çağdaş destanla buluşmuş. Yaklaşan bir felaketi haber veren düğümden bahsedilmiş. Birbiriyle benzermiş gibi sıralanan iki türün, destan ve tragedyanın aynı cümlede geçmesi, ben gibi zavallı okuru halden hale soktu. Bildiğimiz gibi tragedya, “tragos” ve “oidie” sözcüklerinin birleşimi. Kelimesi kelimesine çevrildiğinde “keçi türküsü” anlamına geliyor. Tragedyada sorun edilen kendi kararlarından mesul trajik kahraman, anlatı boyunca kehanetin tutsağıdır. Anlatı baştan sona tekinsizdir ve karakterin temsil ettiği nosyon sorgulanır. Sonu bilinenin aktarıldığı tragedyaların yazıldığı dönemde “irade” kelimesi henüz kullanılmıyormuş Eski Yunan’da. Kahraman, iç ve dış olayların düğümlenmesi sebebiyle suça sürüklenir. Bilerek suç işlemez, yanılgıya düşer. Anlatının sonunda trajik kahramanın psikolojik bütünlüğü yiter. Her şey dağılır.
Çağdaş destan tanımını nereye koyacağımı bilemedim. Destandan bahsedeceksek misyon önem kazanır çünkü. Kahraman abartılır, övülür. Yolculuğa çıkar… Açıkçası destanın izlerini göremedim. Çağdaş destan tanımını uzun kirpikli gülümseyen develerle birlikte romana göz kırpan bir niyet ya da bir uhde saymalıyım belki de.
Bazı romanlar biçimini tartışmaya açar. Yine Doğdu Tanyıldızı gibi. Dert ne içeriği gizlemektir ne de gövde gösterisi yapmak… Biçimin içerikten bağımsız olmadığını gösterirken, hikâyeyi abartıdan ve güzellemeden uzak tutmak, yaşamla eşitleme isteğidir de aynı zamanda. Anlatıyı sorunsallaştırmak, tragedyada da olan bir özellik ama modern dönemde buna “anti öykü” diyoruz. Geciktirme yani nihai olayı erteleme yöntemiyle anlatıya düğüm atmak.
Modernle birlikte yazar hikâye anlatması için metne bir anlatıcı atar. Anlatıcının ne kadar ön plana çıkacağına da yine yazar karar verir. Ya anlatıcının sesi kulağımızdan hiç gitmez ya da ses her yerde ama aynı zamanda hiçbir yerdedir. İkinci seçimde karakterlerin ilişkisi ağır basar. Anlatıyı onlar sürdürür. Modern edebiyatın tragedyayla asıl savaşı tekinsizlik üstünedir. Kahramanın davranışlarının öngörülemezliğinden, otoritesizlikten ve istikrarsızlıktan ürker roman. Modern anlatıda yazar metne otoritesini koyar. Biz bunu karakterin iradesi diye de okuruz. Çoğunlukla hikâye tarafından ele geçirilmiştir anlatı ama biz biliriz ki hikâye de yazarın ellerinin arasındadır. D. H. Lawrence, “…anlatana değil, hikâyeye güvenmek gerekir,” demiş modern edebiyata atıf yaparken. Her şeyin anlatıya dökülebileceği, ama anlatıya dökülmesi gereken fazla bir şeyin de kalmadığı modern dönemde, hikâyeyi olduğu gibi aktarmak zor sayılır. Deneyim aktarımı olmaktan çıkmıştır metin. Olanı olduğu gibi aktarmıyor oluşumuz, kurmacaya değer atfedişimiz bundandır belki de. Hakikati kurmacada aramayı sevişimiz de. Dostça olmayan yaşamı edebiyat üstünden okumak cazip gelir. Eğer bir yazar tüm bu çelişkilerin farkındaysa, yine de yazacaksa, o zaman anlatıyı rahatsız etmek üzere kurabilir. Okuyanı çaresizlik içinde bırakabilir. Okurun hikâyeyi içselleştirmesine izin vermeden, dünyaya ayna tutmayı tercih edebilir. Çünkü anlatıyı anlatırken kuruyorsa yazar, oyunun tarafı olduğumuzu unutmayız.
Beni söylem türlerinin kapısında dolaştıran romana dönersem –ki aslında onun sularından hiç çıkmadım- anlatı ikili koalisyonla yönetiliyor. Metni yönetenlerden biri duyduklarını ve gördüklerini anlatan anlatıcı, diğeri bunları yazan yazıcı… Kendi kendine konuştuğunu sandığımız anlatıcı, esas yazarı nereye yollamış bilmiyoruz ama yazma işini başkasına vermiş. Klasik anlatıcı ve yazar ayrımı, anlatıcı ve yazıcı ayrımına dönüşmüş. Üstelik anlatıcı oldukça kontrollü. Arada yazıcıyla çatışıyor. En baştan bizi sonu felakete varan bir hikâye anlatacağını söylüyor. Yaşanmışı mı yazıyor, kehaneti mi bildiriyor, bilmiyoruz. Sanırım hiç bilemeyeceğiz. Yazarı yazarlıktan edip nasıl yazıcı kılıyorsa, okuru da okurluktan atıp tanık ediyor. Diğer yandan anlatıcının tarafsızlığına güvenmek mümkün değil. Tasvir yaparken, kişileri anlatırken duygularını işe karıştırıyor. İyi ki Lawrence’ı duymuşum. Hikâyeye güvenerek sürdürüyorum okumayı. Çünkü anlatı her ne kadar önümüzde kurulmuş, biçim sorunsallaştırılmış olsa da, hikâyenin bir parçası olmayı sürdürüyor. “Ne?” sorusu “nasıl?” sorusundan ayrılamıyor.
Bir ara kitabı kapatıp, kapak arkasını bir kez daha okudum. Evet, kesinlikle anlatıyla beraber anlatıcıyı, dolayısıyla kişileri sorunsallaştıran bir roman bu. Yaşanmış bir olayı anlattığı için geleneksel kurguyu içinde barındırıyor. Ben Allah mıyım, her şeyi nereden bilebilirim, kişiye hem içten hem de dıştan nasıl bakabilirim, diyen anlatıcı, Şeyh’in rüyasını görecek denli Tanrısal. Tam anlamıyla yalancı. Çünkü romanın en başında kurmacanın ne olduğunu bildiğini, istese bizi her yalana inandırabileceğini sezdirmişti. Sonra da suçunu itiraf eder gibi alay etmişti tasvirlerle. Alayın altında strateji gizliymiş meğer. “Öyle değil biliyorum ama siz öyleymiş gibi düşünün” diye baştan anlaşmasını yapmıştı üstelik. Suçunu bilip itiraf ederek sıyrılmaya çalışan bir tekinsiz kişi kendisi. Okuyucuya haddini bildiriyor. Gelebilecek bütün eleştirileri sezmişçesine aralarda mekân tasviri yapıyor, diğer yandan yazıcıyla konuşuyor, karakterler hakkında bilgi veriyor, nasıl anlatacağı konusundaki kararsızlığını paylaşıyor. Sonrasında nihayet bir süreliğine de olsa yerine yerleşiyor. Bu defa bakışını değiştirerek ilerliyor. Yakaladığını düşündüğü güveni her fırsatta tazeliyor. Örneğin Şeyh’in gözlerinden Fazıla’ya bakıyoruz bir yerde. “Altın saçlı” diye tasvir ediliyor Şeyh’in gözünden Fazıla. Sonra anlatıcı yalanlıyor, kadının saçının altın sarısı olmadığını söylüyor. Şeyh’e inanmıyoruz, ona inanıyoruz nedense. Onun gözünden bakıyoruz çaresiz. Başta kimliğini bilmediğimizden belki de. Hem o sıralarda anlatı da güçleniyor. Anlatıcıyı ele geçiyor. Olay akışına kapılıyoruz. Anlatıcının duyumu olanlarla birleşiyor. Boşlukları sonra fark edip doldursa da garipsemiyoruz. Tekinsizlik soluyor. Kendisini nesnel olmamakla suçlasa bile kulak asmıyoruz ona. Yazıcıyla çatıştığı yerlerde bile hak veriyoruz. Farklı düşünüyorlar çoğu yerde. Yazıcının kim olduğunu öğrenince, romanın en edilgen kişisi olan Mesud’un bazı bölümlerde neden övüldüğünü de anlıyoruz. Çünkü yazma görevi ona verilmiş, anlatıcıya sadık kalması bekleniyor.
Anlatıcı yazıcı çekişmesinin olduğu bölümlerde roman tragedyayla çatışıyor. İç gerilim başlıyor. Otoritenin sağlanamaması mevzuu. İstikrarsız ve tekinsiz olanı otoriteye teslim etme çabası. Bu aynı zamanda trajik döngüyü kıracak olan. Felaketi önlemek bir bakıma hikâyeye iradeyi kazandırmaya bağlı. Anlatıcı yazıcıyı yönlendiriyor ama olay eş zamanlı yaşanmıyor. Az evvel de dile getirdiğimiz gibi, kehanet mi yoksa keramet mi anlatıyı belirleyen? Her şeye yüz ekşiten yazıcı bile hikâyeye kaptırdıkça kendini zevk alıyor üstelik yazmaktan… Amaç trajediyi gözler önüne sermek, insanlığa ibret sunmaksa, anlatırken eğlenmek ne demek? Sanat, şen misin sen, yoksa ihanet misin? Karıştı her şey. Mübalağaya alışık kişiler zaaflarıyla meydanda.
Anlatıcı, Mihri sıfatıyla felaketi içeri buyur ediyor. Önce “beyefendi biri” diyor, “saygılı.” Gelenin kimliğini anlayınca aşağılamaya başlıyor. Ne otoritesi ne moderni ne romanı? Kördüğüme dönüyor anlatı.
Ne oluyor nasıl oluyorsa sona doğru anlatı kendisini unutuyor. Karakterler karakterle ilişkileniyor, hikâye tek otorite oluyor. Üstelik kör yazıcı işi bırakıyor. İshak’ın tüm dürüstlüğüyle yaralayıcı olacağını söylemesine rağmen, baştan olacakları göremeyen yazıcı felaketi kehanete dönüştürmekle suçlanıyor Mihri tarafından. İnsan yalnızca Allah’ın gösterdiğini görürken üstelik, yazıcı kör, anlatıcının sözü geçmiyor. Kim gösterecek tehlikeyi? Anlatıcı duygularını denetlemeli, anı anlatıcının olmaktan çıkmalı ama gerek kalmıyor hiç birine. İshak aşktan yana tercihini yapınca Mihri bağımsızlaşıyor. Ama bu defa hikâye kahramansız kalıyor, sıfatı trajik de olsa. Mihri olaya müdahale etmek istiyor. Anlatıcı olarak ipleri eline alamadı madem, karakter olarak üstüne düşeni yapsın. Çok geç. Hikâye kendisini yazmayı sürdürüyor. Sona doğru anlatıcının okurla sohbeti kesiliyor. Her şey bir romanda olması gerektiği gibi. Anlatı Mihri’den uzaklaştıkça dil kendini tartışmaya açıyor bu defa. Dilin peşine düşüyoruz bu kez. Yine de Fazıla kahraman olamıyor, ölüyor. İstikrar sağlanamıyor, merhametten bahsediliyor. Merhamet kimseyi kurtarmıyor. Felaket kapıda. Mihri yazmayı bıraktı tamamen. Gitmiş herkes, yok kimse.
Uzun kirpikli gülümseyen yok develerle yola çıkan anlatı başa dönme isteğinde… Olmuyor. Olanlar unutulmuyor. Anlatı iki kendini bilmeze bırakılmasaydı aynı öyküyü nasıl okurduk acaba? Evet, sanırız okuduğumuz tragedyadan kurtulup roman olmak isteyen ama insanın değişmezliği sebebiyle trajediye hapsolan bir hikâye. Üstelik tek trajik kahramanı var, o da aşk. Bu yüzden ben de alt metninde edebiyat ve tür tartışması olan romanı okurken biçime sıkıştım, aşka odaklanamadım. Yoksa konuşulacak daha çok şey var.
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (6 Aralık 2016)