On dokuzuncu yüzyıl, görünen ve hatta görünmeyen neredeyse her şeyi sözcüklerle uzun uzun betimlemeye çalışan romanların yazıldığı bir çağdı. Her şey sanki daha çok uzaktı, yoksa tersi miydi; sokaklar, parklar, evler, odalar, yatak odaları, çiçekler, saçlar, gözler… Uzağa ve ulaşılmazlığa rağmen hisler daha mı yoğundu o zamanlar, muhtemelen, ama bu ayrı bir konu. Elimizdeki en büyük veriler romanlar, öyküler, şiirler, heykeller, resimler… Kamera yok, ekran yok, fotoğraf yok varsa da çok az, dünyanın çok az yerini yeterli ölçüde tanıma ve görme şansı var insanın. Yazar ya da gezginin ulaşmaya çalıştığı gözlere ve zihinlere temas etmesi için epeyce sözcük sarf etmesi gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyıl betimlemelerin en fazla yapıldığı dönemdir, kameranın yaygınlaşmasıyla birlikte sözler kısalır, sözcükler yerini yavaş yavaş ekrandaki renklere, hareketli şekillere ve ışığın yaydığı büyüye bırakır. Yirminci yüzyılın neredeyse ortalarına kadar betimlemeler hâlâ değerlidir. Sonrasında sözcüklerinde daha ketum davranan romancılar ve öykücülerin sayısında bariz şekilde artış gözlenir. Zira okurun zihninde bir arka plan çoktandır oluşmuştur. Hiç kuşkusuz bu arka plana katkıyı sağlayan birçok öge vardır ve bu ögeler günümüzde hâlâ hızla çoğalıyordur.
Günümüz romancıları ya da öykücüleri arasında betimlemeyi ya da detaylı anlatmayı makul seviyede tutarak tercih edenlerin sayısının az olmamasının yanında, onlarca sayfayı yarım paragrafa indirgeyen, hem de bunun tarzı ve tercihi olduğunu izah etmekten çekinmeyen yazarlara da artık sıkça rastlanmakta.
Kuşkusuz edebiyat sinemayı her dönem etkilemiştir. Diyeceğim o ki günümüzde ekranla, sinemayla fazlasıyla içlidışlı olan yazarların yukarıda bahsi geçen tercih ya da tarz meselesinin dışında sinemadan etkilendiklerini kısa anlatımları, senaryovari romanları bunun en somut örnekleri olduğunu apaçık görebiliriz. Eyfel Kulesi’ni anlatmak için uzun uzun betimlemeye artık hiç gerek yok. Günümüz okurun zihninde arka cepheyi dolduran zengin bir ekran hazır bulunur her zaman. Neticede “İki sevgili Eyfel Kulesi’nin tepesinde Paris’i seyrediyordu” denildiğinde günümüz okurun zihninde çoğu kez varmak istenen yere ulaşılmış olur. Bunu en iyi kavrayanlardan biri de sanırım Marguerite Duras’tı.
1970 doğumlu Meksikalı yazar Yuri Herara’nın Bedenlerin Göçü yapıtı da betimlemeyi kısa tutan romanlardan biri. Bedenlerin Göçü (Orijinal dilinde nasıldır bilmiyorum) isim olarak politik bazı çağrışımlar yapsa da (bende yapmıştı) kesinlikle politik bir kitap değil ve bu beklenti içinde olanlar az da olsa hayal kırıklığına uğrayabilir, ama bu romanın iyi ya da kötü olmasıyla ilgili bir durum değil. Bedenlerin Göçü varoluşsal sıkıntılar çeken bir arabulucunun ve onun çevresinde dönenlerin romanı ve romanı türlere ayırırsak eğer kendi türünde varmak istenen yere ulaşmayı başardığını tereddüt etmeden söyleyebilirim.
Şehirdeki ölümcül salgın hastalık, ama bu salgını bir metafor olarak algılamak yerine daha çok ölümün kol gezdiği, cesetlerin ortalıkta cirit attığı mafya-salgın-hesaplaşma gibi kavramların fazlasıyla yer aldığı bir aksiyon filmini çağrıştırsa da dikkatimizi yoğunlaştırdığımız şey bir ekran değil, sözcüklerin arka arkaya dizildiği sayfalar. Neticede silah-seks-genelev ve şiddet gibi bileşenlerin oluşturduğu kentlerin karanlık yönlerinin geçtiği bir hikâye. Yine de şunu söylemeden duramayacağım, bir oturuşta kendini okutan bir kitap. Sanırım bunun da en önemli etkisi, anlatım dili ve kendi içindeki gerçekliğe temas etme biçimi.
“Dil ergonomiktir, derdi, ancak dili her insan için dökmeyi yeniden bilmek gerekir.”
Arabulucunun dile yüklediği anlam, dilin işlevi üstünde daha öğreneceğimiz çok şey olduğunu bir kez daha gösterir. Başkarakterin dünyayı Hamletvari algılayış biçimi romanı kesinlikle zenginleştiren ayrı bir pencere. Sonuç olarak zamanının birkaç dakikasını bile boşa harcamak istemeyen çağımızın hız tuzağı içinde debelenen insanının fazla zaman harcamadan iyi edebiyata temas edebileceği bir yapıt.
Sedat Sezgin – edebiyathaber.net (29 Kasım 2018)