İnsanın incitici fiili belleğinden silip geçmişi arkada bırakmasıdır bağışlamak. “En basit haliyle kırılan kişiyi, kırgınlığını zihinde besleyip büyütme yükümlülüğünden kurtarmak anlamına gelir. ”diyor Alberto Manguel. “Jane Eyre’in kötü niyetli koruyucusu Mrs. Reed’i bağışlamaya razı olduğunda yaptığı tam da budur. Onun bağışlama davranışı olmaksızın bölüm sona ermez ve yeni bir bölüm başlamaz.” Bir zamanlar hasta olarak yattığı akıl hastanesine 58 yaşında yönetici olan Marie Rose Balter’in de geçmişini bir kenara bırakıp (İmkânsızı başarmıştır) hayata yeni bir sayfa açmasını sağlayan da bu değil midir? “Eğer affetmeyi öğrenmeseydim bir damla bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu ve bugün bu hastaneye yönetici olarak dönemezdim. En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuktur. Affetmek bu yolculuğun en kestirme yoludur. Affetmeyi gerektiren her yara, içinde önemli bir dersi barındırır. Dersi görebilmek için yarayı yeniden deşerek yüzleşmek zorunda kalsak bile…”
Herkesin hesaplaşmasının yolu farklıdır. Her duygunun her yürekte farklı olması gibi… Bu yüzden dünya ile baş etme yöntemlerimiz de farklı değil midir zaten. Babasına anlatamadığı ve hiçbir zaman anlatamayacağını bildiği, anlatmayı düşündüğündeyse kendisini ve babasını yaşlanmış bulduğu bir zamanda yazar Kafka da mektubunu. Yazmak da onun hesaplaşmasının bir yoludur. “ …ve şimdi burada sana yazılı bir cevap vermeyi deniyor olsam da, bu fazlasıyla eksik kalacaktır, çünkü bu korku ve onun etkileri senin karşında yazarken de ket vuruyor bana ve dahası meselenin büyüklüğü, hafızamın ve aklımın sınırlarını çok aşıyor.”
Kafka’nın uzun pulsuz mektubu gibi karşımda o varmışçasına korkuyu iliklerime kadar hissettiğim ama her şeye rağmen yazıya döktüğüm duygularımla dolu benim de mektubum. Hep özlem duyduğum ama hiçbir zaman tam anlamıyla yaşayamadığımız o baba kız ilişkisi için atılmış bir adım… Öldüğünde cebinden çıkan eşyaların arasında biraz sararmış ama aynı duygu yüküyle duruyor hala karşımda. Yerine getirmenin verdiği huzurla ama cevabını alamadığım huzursuzlukla dolu… Ondan korkuma yüzüne söyleyemediğim ne çok şey var…Belki bu yüzden Kafka’nın Babaya Mektup kitabınıher elime alışımda babama yazdığım aracısız ve pulsuz giden mektubum sandığımdan çıkıp yüreğimin bir köşesini sızlatmaya devam ediyor. Kabuk bağlamama engel olmak istercesine… Bu acıyı unutmak istemez bir halim var nedense… Kafka’yı her okuyuşumda altını çizdiğim satırları bir kez daha çizerken buluyorum kendimi. Neden bunu yapıyorum? Sanırım bir tür yapılamayan hesaplaşma bu… Kendimle mi yoksa onunla mı? İşte onu hiç bilmiyorum. Ama kitabın sonlarında Kafka’nın yaptığı gibi bağışlamanın büyüsüyle beni hiç duymayacak olana iç sesimle bağışladım diyorum her seferinde. Kafka’nın mektubunu o yıllarda okumuş olsaydım… Dünyanın bir başka yerinde bir adamın benim duygularıma tercüman olduğunun ve yalnız olmadığımın bilinciyle mutlu olur muydum?
Hepimiz görünmek isteriz, özelikle de sevdiklerimiz tarafından. İstemsiz adlı kitabında Karl Ove Knausgaard, ilk romanını babası için yazdığını anlatır. Hayatı boyunca öfke duyduğu babasının ölüm haberini aldığında bitmiştir romanı. Tüm kızgınlığına rağmen babasının onu sadece yazar olarak görmesini istemiştir oysa… Yazarlar kendilerinde bulunan o yazma dürtüsüyle duygularını anlatma fırsatlarını(özgürlüklerini) bulurlarken acaba biz okurlara ses olduklarını düşünmüşler midir? Yazmak, yaratmak ve almak olduğu kadar yitirmek ve vermek de değil midir?
Hiçbir zaman gerçek sahibine ulaşmamış olsa da iç dökümüdür Kafka için bu mektup. “Sakin bir ilişkinin imkânsızlığı, aslında son derecede doğal bir sonuca daha yol açtı. Konuşmayı unuttum. Ama sen daha çok küçükken sözü bana yasakladın. ‘Tek bir itiraz yok!’ tehdidi ve yanı sıra kalkan el, o zamandan beri bırakmıyor peşimi. Kekeleyen bir konuşma tarzı edindim. Bu kadarı bile çok fazlaydı senin için. Sonunda sustum, önceleri belki inattan, daha sonra ise senin karşında ne düşünebildiğim ne de konuşabildiğim için. Ve benim asıl eğitmenim sen olduğun için de, hayatımın her alanını etkiledi bu.”
Babasıyla ilişkisinin yanı sıra kendi yaşamına ve yazarlığına, deyiş yerindeyse kendi varoluşuna ilişkin ayrıntıları açığa çıkaran belgesel bir nitelik de taşır Babaya Mektup. Bu nedenle, edebiyat için biyografik yapıtlar arasında farklı bir yere sahiptir. “…öykü olsun diye yazılmamış, tam tersine, gerçekten babaya yazılmış bir mektuptur. Geçen zaman, bu mektubu baba-oğul arasındaki çatışmanın öyküsüne dönüştürmüş.” der Selim İleri 2011’deki köşe yazısında. Aslında anlatılan bizim (benim)de hikâyemiz değil midir?
“Senin başkalarına karşı beslediğin kuşku bile, benim kendime yönelik kuşkumdan daha büyük değil, beni sen böyle eğittin. Aslında ilişkimizin nitelendirilmesine yeni katkılarda da bulunan bu itirazın bir ölçüde haklı olduğunu reddetmiyorum. Tabii ki gerçekte meseleler, mektubumdaki kanıtlar gibi uymaz birbirine, hayat sabır oyunundan daha fazla bir şeydir; ama bu itirazın sağladığı düzeltmeyle, ayrıntılarda ne uygulayabileceğim ne de uygulamak istediğim düzeltmeyle hakikate o denli yaklaşılmış oluyor ki bu her ikimizi de bir parça yatıştırabilir ve yaşamayı ve ölmeyi kolaylaştırabilir.” diye bitirir Kafka mektubunu.
Nobokov “Tıpkı Gregor gibi çoğu insan kabuklarının altında kanatların bulunduğundan ve uçabileceğinden habersizdir.” der. Bağışlamanın rahatlığıyla kanat çırpıyorum ben de bu sefer… Kafka kütüphanemde durduğu sürece devam edebilecek miyim kanat çırpmaya? Hiç bilmiyorum. Marie Rose Balter’in yaşadıklarını öğrendikten sonra… O bile uçmayı başardıktan sonra…
Ama bildiğim bir şey var; ataerkil toplum yapısı devam ettiği sürece baba otoritesinin altında ezilen çocukların dili olmaya devam edecek Kafka.
Kaynak:
Franz Kafka, Babaya Mektup, Can Yayınları
www.danversstatehospital.org/marie-balter