Belleğin Girdapları üzerine | Zekiye Antakyalıoğlu

Ocak 3, 2020

Belleğin Girdapları üzerine | Zekiye Antakyalıoğlu

Behçet Çelik’in son romanı Belleğin Girdapları (2019) yaşadığı kent merkezini artık orada kalamadığı için terk edip aynı kentin varoş bir semtinde inzivaya çekilen orta yaşlı bir adamın, o semte gittiğinde yerleşik olabilmek ve bir meşguliyet edinmek için anılarını yazmaya karar vermesini ve o semtin sakini olarak yaşadıklarını konu ediyor. Romanın tamamı kahramanın sesiyle, onun anlatısı olarak yazılmış. Merkezine kahramanın bilincini, düşüncelerini ve belleğini koyan bu romanın epigrafı Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım?” şiirinden iki satır:

Ve her şey hızla yetişti sonra

Sarı bir günün kahverengi yarınına.

Cansever’in meşhur şiirindeki, o içinde anılardan başka bir şey olmayan sessiz, görmüş geçirmiş, neyi anması neyi anmaması gerektiğine karar veremeyen, etrafındakilerin varlığından, sorularından ve kendinden sıkılmış olan Ruhi Bey’e bir gönderme yapılıyor. Kahramanımız da, Ruhi Bey gibi, hayatının sonbaharında inziva arayan melankolik bir figür. Sarıdan kahverengiye geçiş imgesini, sonbahardan kışa geçiş, kahramanın yaşamının sonbaharında olup kışına geçmekte oluşu olarak alırsak, romanın açılış sayfasındaki arada kalmışlık hissinin vurguladığı uzam ve zaman mana kazanıyor:

Sadece Eylül haberdar buralarda bir yere taşındığımdan. Ona anlatırken, “Gidiyorum,” demiştim, vurgum sona ermeye, bitişeydi, ama henüz oradaydım, orası bitmemiş, burası başlamamıştı. (9)

Eylül, belli ki, rastgele seçilmiş bir isim değil. Kahramanımız, sonbaharında bir yerden bir yere taşınmış ama oraya yerleşememiş, terk ettiği yerden tam ayrılamamış, benliği gitmemişle gelmemişin, başlamamışla bitmemişin arasında kalmış, gençliği henüz gitmemiş, yaşlılığı ise henüz gelmemiş bir figür. Roman, kahramanın yarını kahverengi olan sarı bir gününü/dönemini anlatıyor. Benliğine ömrü boyunca eşlik etmiş olan “duvar” ise kahverengiyi (yani ölümü, bitişi, sonu) ona gösteren ilk imge, kahramanın, şehir merkezinden Serpmetepe’ye gitmesini tetikleyen anısı. Belleğinde bir an uyanıveren “duvar” imgesi ve bu imgenin ona hatırlattığı, ruhunda uyandırdığı hisler kahramanımız dokuz-on yaşlarındayken bir gün dedesiyle köye gittiğinde, dedesinin bir eve ziyarete gidip ona “önündeki zemin koyu kahverengi”(15) olan bir duvarın önünde beklemesini, hemen döneceğini söylemesiyle oluşuyor. Dede uzun süre gelmiyor, çocuk duvarın önünde terk edilmişlik korkusu, endişe, yalnızlık duyuyor, dünya o çocuk için, o günden sonra aynı kalmıyor. Şehirden Serpmetepe’ye kaçış, duvarın hissettirdiklerinden kaçış anlamına gelse de görüyoruz ki kalamadığı yerden giden bu adam nereye gitse duvarını da beraberinde götürmüş. Zaman içinde o duvar kahramanın sığınağı, ona güven veren dayanağı, varoluşunun imgesi olmuş. Duvar, kahramanın “beni kimse sevmiyor duygusuna, aşk acısına, yalnızlığına, terk edilmişliğine, çıkışsızlığına, paniğine, telaşına, sarhoşluklarına, yarı doygunluklarına eşlik etmiş.” (16) Anlıyoruz ki, kahramanın tanımlanamayan ve “hah bu işte” deyip somutlaşamayan “uçan duyguları,” o duvarla cisimleşmiş, o duvarı yer edinmiş.

Şehir merkezinde belli bir çevresi olan, orta sınıf, işinde başarılı ve takdir gören bu yazar adayı kahraman, şehrin varoşuna, merkezden uzaklara, tanımadığı ve aslında hiç beğenmediği ve adını “Serpmetepe” koyduğu bir semte taşınıyor. Serpmetepe tipik bir Türkiye semti: zevksiz, derme çatma, el yordamıyla var edilmiş, çirkin bir şehrin, çirkin bir semti. Adı üstünde, her şeyden bir tutam serpiştirilerek ortaya karışık yapılanmış bir zevksizlik abidesi. Yolları çirkin, evleri çirkin, simetrisi olmayan, siluetsiz, bol yokuşlu, doğaya küskün, kirli ve fakir. Kahraman,  “aynı ustanın elinden çıkmış duygusu veren çoğu sıvasız ya da sıvası dökülmüş, terk edilmişçesine karanlık evlere, bakımsız bahçelere, yapraksız ağaçlara, su birikintilerine […] bakınıyor” ve düşünüyor,  “dedemle gittiğim köyle askerlik yaptığım kasabayı bir çuvala katıp karıştırmışlar, bir ölçek de şehir –camekânların bazısının kıyısında köşesinde, led lambalarıyla- ekledikten sonra bu tepeye serpmişler.” (17-18)

Belleğin Girdapları ismini görüp romanda Proust tarzı bir bellek analizi ararken ve Serpmetepe’nin sakilliği gözümüzde canlanırken Proust’un ne kadar şanslı olduğunu da unutmayalım. Şanslıydı Proust, çünkü sanatçılık edimini, estetik açıdan doyurucu bir eser ortaya koyma işini, estetiğe düşman olan bir şehir, ülke ve onun halkına rağmen yapmamıştı. Proust güzel şehirlerde, güzel evlerde, güzel insanlar arasında, estetik zevki yüksek bir toplumda, güzel opera binaları, tiyatro salonları, şık baloları, ressamlarla, filozoflarla, müzisyenlerle, estetlerle, yüksek çevrelerin yüksek standartlarında, para/geçim sıkıntısının değmediği sohbet ortamlarında bulunmuş ve yazmıştı büyük eserini. Bizim çağdaş yazarlarımız ise maalesef, çirkinliğe, zevksizliğe, 7/24 maruz kaldıkları duyu yozlaşmasına, geçim sıkıntısına, entelektüel çevre eksikliğine rağmen, bu eksiklikle savaşarak estetik değeri olan/güzel şeyler yazmaya çalışıyorlar. Çirkinlik, sakillik özellikle çağdaş edebiyatçılarımızın mustarip olduğu bir sürü başka şeyden öne çıkan iki şey bu ülkede. Bu duyguyu Ayhan Geçgin okurken de sıklıkla duyumsarız. Behçet Çelik de tüm dezavantajlarına rağmen içinde yaşadığımız ve yurt edindiğimiz bu sakillikten bir romanla çıkagelmiş. Elbette Proust’u Proust yapan, yaşadığı güzel ortamlar değildi,  iyi romancı olmanın kıstası zaten bu değil ama yine de içinde yaşanılan çevrenin zenginliği ve güzelliği, tarih ve estetik bilinci farklı olsaydı bizim romanlarımız da bambaşka tasvirler içerebilirdi diye düşünmeden edemiyor insan.

Belleğin Girdapları, Kayıp Zamanların İzinde anımsanarak okunabilir: Anlatının yazma edimini yazacak şey haline getirmesindeki ve belleği ele alışındaki tutumu, yarattığı ironinin Proust’un tutumunu çağrıştırdığı; Marcel’in tetikleyicisi olan Madeleine kurabiyesiyle kahramanımızın “duvar” imgesinin fonksiyonları akla gelen benzerlikler arasındadır. Ama şimdi, bu mukayeseyi yersiz buluyor ve sadece Belleğin Girdapları’na odaklanmak istiyorum.

Anlatı, kahramanın yazmak istemesi ve yazamamasını konu alıyor, okuduğumuz roman ise aslında onun neden yazamadığının, Behçet Çelik tarafından okura günlük biçiminde, kahramanın Serpmetepe anılarından oluşan belleğinin dökümü olarak aktarılışı. Yazılması hedeflenen anılar yerine yazılması hedeflenmeyen, gerekmeyen, değer bulunmayan günlük rutin ve kahramanın zihinsel süreçlerini okuyoruz. Bellek elbette asıl analiz konusu ama kahraman hatırlama güçlüğü çekiyor ve yazmanın belleği bileyeceği boş umudu ve hevesiyle alıyor ilk defterini.

Aslında kahraman bir yazar adayı olarak iyi tahsil görmüş, kelimelerle arası, işi gereği, hep iyi olmuş, kelimelerin kökenlerine meraklı, kelime haznesi geniş bir adam.  Kullandığı kelimeler ve ifadeler bunu doğruluyor. Çoğu kişinin aksine “minnet” ve “mihnet” (10) arasındaki farkı biliyor; “kurander,” (11) “acul,” (21) “merdümgiriz,” (26) “telaş teşevvüş,” (29)  “mukallid,” (31) “”şekva” (49) “zevk_i tahattur,” (53) “nısıf” (201) “kavl” (204) “lavgar” (215) “mütekebbir” (249) “iştiha” (250) “kerteriz” (256) gibi üstü tozlanmış kelimeler var heybesinde. İyi bir okur olduğunu anladığımız kahramanın kalemi,  iş yazmaya, hele hele yazarak belleğini bilemeye gelince tutuk, defter sayfaları boş veya yırtık kalıyor. Anlıyoruz ki yazabilmek sadece okumak veya dili iyi kullanmakla veya kelime haznesi zengin olmakla ilgili bir yetenek değil.

Yazabilmek için belleğini didikledikçe anlıyor ki “geçmişten gelen bir ânı, aradan geçen yılların ağırlığı eklenmeden hatırlamak mümkün değil.” (18) Biliyor ki hatırlarken daha çok yakıştırma yapmakta. Niyeti, anılarını yazıp romancı filan olmak da değil, derdi “yazdıkça hatıraların canlanıp parıldaması, kendini o andaymış gibi hissedebilmek, kısacık bir an da olsa.” (21) Geçmişinde odaklanmak istediği yıllar ise kendini güvende, eksiksiz ve mutlu hissettiği, duvara gereksinim duymadığı gençlik yılları. En çok da,  âşık olduğu kız olan Nuray ve yakın dostu/sırdaşı olan Serhat’ı anımsamak, onlarla geçirdiği zamanların izini sürmek istiyor. Umduğu şey ise yazmaya başladıktan sonra kendini Serpmetepe’ye daha yerleşik hissedebilmek (22).

Anımsamaya çalıştığı anları, fotoğrafik imgelerle, bağlamından kopuk olarak gözünün önüne getiriyor ama mantığa vurup neden sonuç ilişkisi kurarak hikayeleştiremiyor. Kahramanın hatırladıklarından çok duyguları ön planda. Nostaljisi, yaşamının boşa geçtiği hissi ve yalnızlık gibi duyguları ise şimdiki zamanı dolduruyor. Bu duyguları niye duyduğunu kavrayıp analiz edebilmek için gençlik yıllarını anımsamayı istiyor ama bir türlü beceremiyor. Hatırlamayı beceremediği için de yazamıyor. Kahraman kendi eksiklerini, bir kişi olarak zaaflarını gayet iyi bilse de yazarak kendi dışına çıkmayı beceremiyor. Ama aslında belki de sadece yazamıyor ve hatırlayamamayı mazeret olarak kullanıyor. Romanın yarıdan fazlası kahramanın taşındığı yeni mahallede yaşadığı günlük rutinine, orda tanıştığı insanlara, kahvede geçirdiği saatlere, üst katın kızı Nazlı’ya duyduğu fiziksel tutkuya ve o kıza hallenmelerine, Nazlı’yı arzulayarak zamanın dışına çıkma hevesine ayrılıyor. Serhat ve Nuray’ı çok özlediğini söyleyen kahraman ise onları bugün arayıp ne yapıp ettiklerini merak dahi etmiyor. Empati kurma becerisi de yok, olamamış. Bugün olmuş Nuray’ın onu neden terk ettiğini, Serhat’ın niye gittiğini anlayabilmiş değil. Bilinci kendi üstüne çökmüş, kendi dışına çıkamayan, lirik düşünen ve duygulanan bu kişiden yazar olmayacağı zaten açık.

Yazabilse, zaman düze inecek, kelimeler zamanı ehlileştirecek diye düşünüyor (102). Bir noktada bunun da saçma bir umut olduğunu fark ediyor. Bizim tüm niyetlerini bildiğimiz kahramanla ilgili okuduğumuz şey ise -onun metaforunu kullanacak olursak- bir “serpmetepe” olarak bu anlatı oluyor. Anlatı, 48 bölümden veya serpme tepecikten oluşuyor. Her bir bölüm, o bölümü başlatan cümleyle veya o cümlenin bir bölümüyle adlandırılmış. Kahraman Serpmetepe’yi anlatırken kullandığı betimleme aslında onun anlatısını okuyan bizlerin bu anlatı için duyduğu hisleri birebir tarif ediyor:

“Ama burada, bu Serpmetepe mahallesinde, bu sınırlar, bu tanımlar, bu referanslar bir yere varmamı sağlamıyor. Buradakilerle birbirimizi kıyaslamamıza imkân sağlayacak referanslarımız yok. “Hiç değilse” diyememenin yeri Serpmetepe, dört işlemin hiçbiri sonuç vermiyor, etkisiz mi etkisiz elemanım bütün işlemlerde, hep bir şey eksik, hırs mırs, arzu marzu.” (94) Roman bize kahramanın hırslarını mırslarını, arzularını marzularını verirken olamamışlığıyla eksikliğiyle başladığı yere dönmesinin hikaye ederken kahraman da, zaten, ola ola yerleştiği mahallenin yeni delisi oluyor. Ne dediği, ne istediği anlaşılmayan, donuk, sevimsiz, tedirgin edici –görenlerin “evlerden ırak” diyeceği bir kişi… (95)

Roman, olmamış bir şehrin, olmamış bir semtinde, olmamış bir adamın, olamamış bir anlatısını konu ediyor. Kahramanın olmuşlar dediği kişiler “olmuş olmaktan çok emin, olunması gereken neyse o olmuş, onlar gibi olmayanları hor gören” (110) türden, kahramanın tüm sosyal çevresini oluşturan ve aralarında büyüdüğü kişiler. Kahraman ise olamamış: “Yapabilecekken bunların yerine yapmamanın ilmini, teorisini koymuşum, marifetsizlik marifetim olmuş, geldiğim gibi gitmişim, kim bilir nereye,  belki de dönmüşüm geldiğim yere… Soran varmış gibi, varmışım gibi” diyen bir kişi (232). Olmuşlar “ömrünü heder etmeyenler,” arasında o kendi “ömrünü heder etmiş” (191). “Serpmetepe’ye giderek kendini onlara bağlayan ipi kesen” kahraman (111) bir yazabilse defterin gözlerinden kendini görebilecekken yazamıyor, defter boş, gözler yok (173).

Roman, bellek ve geçmiş üzerine bir anlatı gibi dururken biz kahramanın şimdiki anında tutuluyoruz. Çünkü geçmişi anımsarken de, olmamışı kurup hayal ederken de yani geçmişi de geleceği de sadece şimdiki anda duyumsar ve kurarız. Belleğin girdabı olan o döngü şimdiki zamana aittir. Bilincimizin meşguliyet alanı, Augustine’e atıfla, geçmişin şimdisinden, şimdinin şimdisinden ve geleceğin şimdisinden başka bir şey değildir. Kahraman hatırlamaya çalıştıkça unuttuğunun farkına varıyor, unuttukça da kurmaya başladığını görüyor. “Hatırlamakla hayal etmek çok yakın aslında, o anda orada olmayan bir yaşantıyı, oradaymış gibi hissetme çabası, olmayan zamanı şimdiki zaman yapma beyhudeliği.” (124)

İşte geçmiş, “artık olmayan,” gelecek de “henüz olmayan” ise elde sadece şimdiki zaman kalıyor, yani olmakta olan.

Behçet Çelik, Belleğin Girdapları’nda sadece bellek ve zaman ilişkisini değil aynı zamanda yazar olmayı/olamamayı da konu ediyor. Beceriksiz/amatör bir yazarın yazamama sürecini, o kişinin zihnine girerek, günlük rutinlerini bize göstererek, onun ağzından sunuyor ve romanın biçimini içerik, içeriğini ise biçim kılıyor. Roman, bu sebeple, şehir yaşamından el etek çekip, erken emekliye ayrılıp bir sahil kasabasına gidip inzivaya çekilerek anılarını veya romanlarını yazmayı hedefleyen hemen herkesin (ki sayıları azımsanmayacak kadar çoktur) ibret alabileceği bir hikâye anlatıyor. Buyurun, deneyin yazmayı diyor. Bize kahramanın metaforik düşünmekteki yetersizliğini (bulabildiği tek metafor “duvar,” onu bile prozaik biçimde okura açıklıyor, bırakmıyor ki okur kendi akıl etsin bu imgenin neye karşılık geldiğini. Bir bölümün sonunda vurguladığı duvar imgesini diğer bölümün başında okura tarif etmeye çalışması kahramanın “yazar olamamışlığını” da gösteriyor: “Arabayla geçerken gördüğüm duvar da köydeki bahçe duvarı gibi günlerce gözümün önünden gitmedi.” (16) Vasat yazar/anlatıcı olan kahramanı gözümüzde dikkate değer kılan şey ise olamamışlığının farkında olması, kendine acırken şefkat duymayışı (205), kendine kıyak geçmemesi ve dürüstçe tüm ikilemlerini bize açık etmesi oluyor. “Benim için ‘hangi kelime öbeğidir’ diye sorulacak olsa, verilecek en doğru yanıt ‘hiç değilse’ olur. Buyum, bu kadarım” (113) diyebildiği için benimsiyoruz kahramanı.

“Duvar” imgesinden sonraki en güçlü imge olan “Serpmetepe” ise bir metafor bile değil, ancak metonim olabilir. Anlatının sıkıcı, düz dilinin, zayıf içeriğinin kahramanın olamamış yazarlığından ileri geldiğini ve bilerek tasarlandığını anladığımız an,  Behçet Çelik kaleminden çıkan Belleğin Girdapları ironik başarısına ulaşıyor. Behçet Çelik, ustalıkla bizi o vasat zihnin vasat bilinç akışıyla ve sıkıcı diliyle, bize göre sıradan –ama kahramanın kendi benliği için çok önemli- yaşam duruşunu, hisleri, yazmaya değer anıları olduğu inancını, ve onları yazma çabasını, o vasat zihnin işleyişine sadakatla ve yazar olarak da büyük bir risk alarak aktarıyor.

Roman, hatırlamakla uğraşıp duran kahramanın düpedüz fantezi kurmasıyla ve darmadağın olup başa dönmesiyle girdabını tamamlıyor. Biz de bellek/geçmiş anlatısı beklerken şimdiki zamanda, hatta gelecek zaman kipiyle ve Behçet Çelik’in ustaca kurguladığı ironiyle tamamlıyoruz okumayı. Kurbağalara İnaniyorum’da “edebiyatın sağladığı bilgi “yapmak” değil “olmak” ile ilgili daha ziyade” (17) diyen Behçet Çelik “olmak” sorununu bu kez “olamayan” üzerinden, yazma ve anımsama edimlerini konu ederek, olmuşların ve olamamışların dünyası içinden bize aktarıyor. Belki “hah bu işte” diyelim diye değil, sadece “hiç değilse” diyebilelim diye.

Zekiye Antakyalıoğlu – edebiyathaber.net (3 Ocak 2020)

Yorum yapın