Bellek, hayal gücü, aşk ve mücadele | Hatice Balcı

Ağustos 26, 2024

Bellek, hayal gücü, aşk ve mücadele | Hatice Balcı

Bütçenizi daimî olarak kontrol etmeye iten kaygılar bir kere zihninize yerleşti mi kişisel ilgi ve meraklarınızı doyurmaya yönelik eylemleriniz kısıtlanır. Daha da kötüsü bu tablo her geçen gün ağırlaşabilir. Üstelik sosyal-ekonomik-politik iklim ruhsal dünyamıza, kimyamıza; kendimize dair, çevremize dair, başka insanlara dair genel kanılarımıza nüfuz eder. Bu durumun kökten uca yansımaları çok çeşitli boyutlarıyla her yerde.   

Ağustos ayında Everest’ten çıkan Hayat, Evren ve Sezen Hakkında adlı ilk romanında Can Öktemer bizi, bu ve benzeri tuhaf – ve bir o kadar da acı-gerçeklerimize dair daha derinlikli düşünmeye, konuşmaya, tartışmaya çağırıyor. Hem de her fırsatta Ankara sokaklarını arşınlayan bir şehir gezgininin adımlarını okurlarına taşıyarak: Kurtuluş Parkı’nda, Kızılay’da, Karanfil Sokak’ta, Konur Sokak’ta; Dost’ta, İmge’de, Mülkiyeliler Birliği’nde. Olgunlar’da, Güvenlik Caddesi’nde, Tunalı Hilmi’de, Bestekâr’da. Kuğulu Park’ta, Seğmenler Parkı’nda, Botanik Parkı’nda; Kale’de, Cinnah 19’da… Kısacası kahramanımız yürürken biz de şehre karışıyoruz. Tesadüfi karşılaşmalara, tanışıklıklara, müzik eşliğindeki samimi dost sohbetlerine, sofralara eşlik ediyoruz.

Ankara

İletişim Fakültesi’nden mezun Cem otuz beş yaşındadır. Doğma büyüme Ankara’lıdır ve daha önce bu şehirden belli bir süreliğine dahi olsa ayrılmamıştır. Kendi deyişiyle sözelcidir. Çeşitli mecralarda kitaplar hakkında yazmakta, yazarlarla söyleşiler gerçekleştirmektedir. Müzikle özellikle caz, blues ve rock müzikle yakından ilgilidir. Arada sırada radyo programlarına konuk olarak da katılan Cem’in bir düşünce emekçisi olarak tüm bu yapıp ettikleri bir yana kendisine gelir garantisi sağlayan sabit ücretli-sigortalı bir işi yoktur. Romanın ilk sayfalarında, onunla, yüksek lisans tezini jüriye sunma hazırlıkları içindeyken tanışırız. Kampüsün bahçesinde kahve içerken bir türlü tamamlayamadığı romanı için yanında gezdirdiği defteri çıkarır ama hiçbir şey yazamaz.

Cem’in bireysel yaşamında gitmek bir seçenek olarak son yıllarda kafasını kurcalamaktadır. Bu ikileminin kaynağı daha çok politik-ekonomik iklimdir. Aslında kelimenin gerçek anlamıyla iklim Öktemer’in anlatısının temalarından da. Temmuz’daki gök gürültülü sağanak yağışlar, şubat ayında ceketsiz dolaşacak kadar ısınan havalar artık yaşamlarımızın   gerçeğine dönüşmüştür ve romanda da başlıca tuhaf gerçeklerimiz arasında anılmayı hak ederler. Romanın ortalarına varıncaya dek her sayfa, Cem’in en az kendi geleceğine dair duyumsadığı koyu belirsizlikler kadar bir şehrin tanıklıklarının, hafıza mekanlarının, sokakların tüm bunlarla birlikte yaşanmışlıkların yitip gittiği duygusuyla, kayıplarla doludur. Bu kaygıların günden güne yoğunlaştığı bir sırada Sezen’le tanışır. Sezen, Cem’in parçalı bulutlu yaşamının güneşidir artık. Biz o ana değin kahramanımızın, onun yapıp ettiklerinin izini sürüyorken Sezen de sahneye katılacaktır. Diğerleri yani şu ya da bu kişiler, pencerenin önünden geçmek için sıralarını bekleyecek, birer ikişer kere görünüp kaybolacaklardır.

Anlatıdaki bölüm başlıkları çoğu kez Ankara’nın önemli sokakları, meydanları, mekanlarıyla adlandırılmış. İlk kez bu romanla günümüz Ankara’sının yapılarına, caddelerine, parklarına göndermelerle dopdolu; karakterin gezgin ruhunun dolayısıyla Ankara’nın ana temalara dönüştüğü bir eserle karşılaştım. Bir zamanlar yaşadığım Ankara’yı anımsadım, duyumsadım. Hatıralarımdaki o sokaklarda tekrar dolaştım. Tam da bu yazıyı kaleme alırken Kızılırmak Sineması’nın yıkılacağını öğrendiğimde ise insanı başlangıçlara heveslendiren, kendine çekebilen Ankara nerelerde diye tasalanıp -Öktemer’in kavramsal çeşitlemeleriyle uyumlu bir biçimde ifade edecek olursam- bulutlandım. Cem’in uzaklara taşınmış can dostlarından Enis, Ankara için “Geleceği olmayan, sadece anılarda yaşayan bir şehir olur mu yahu?” diyor; olur mu sahiden?

Aidiyet: birine, bir şeylere

Ticari başarıyı hedefleyen pek çok filmde, ana karakter, ne zaman kendi acısıyla yüzleşmenin eşiğine gelse iradesi dışında gelişen birtakım olaylar onun acılarının kaynağını kurutuveriyor. Bir tür hokus pokus. Sanıyorum izleyicilerin film kahramanıyla özdeşleşmesini kolaylaştıran tipik yöntemlerden biri bu. Halbuki gündelik hayatta sorunlar böyle kendiliğinden yok olmuyor. Bireysel hikâyemizin gidişatı sırasında, kimi zaman olası gelişmelerle ilgili ihtimalleri iyiden iyiye tartarak yönümüzü belirlemeye çabalarız. Tabii ki tüm bunlar bizlere bıkıp usanmadan vaaz edilen sorunların üstesinden yardım almadan tek başımıza geliyorsak başarılıyız, aksi halde eziğiz ezberiyle ilgili değil. Bilakis, dayanışmadan yoksun kaldığımızda tökezler, yalnızlık hissine kapılırız. Sevgiye dayalı ilişkilerin değeri de birbirimize destek olabilmekten, karşılık bulan şefkat duygularından, nezaketten, kıymet bilirlikten gelmez mi? Sevgi sayesinde güçlenir, bir başkasına da güç katarız. Sihir durduk yere belirmez, onu biz elbirliğiyle yaratırız.  Tıpkı Cem ve Sezen gibi.

Kötü müzik, bulutları itmek

Cem dostlarını çoktan bu şehirden uğurlamış, günlük rutinlerinden bunalmıştır. Romandaki tek anlatıcımızdır. Düşünceler, izlenimler, gözlemler onun bir başına yürüyüşlerinde olduğu kadar diyaloglarda, kutlamalarda, arkadaş sohbetlerinde çıkar ortaya. Uzun yürüyüşlerinde bedeniyle iç sesi birlikte yol alır. Tıpkı Amerikalı şair ve romancı Ben Lerner’in 22:04’ünde* olduğu gibi. Ek olarak Öktemer’in romanında kahramanımıza o ya da bu köşede birdenbire beliriveren gündüz düşleri eşlik eder. Bazen bu düşlerin özneleri, kendi kişisel tarihinin kahramanlarıdır (ör:Leonard Cohen). Lerner gibi Öktemer de günümüz dünyasının kültürel, küresel karmaşasını benzer yaklaşımlarla didikler. Lerner’in öykülerinin anlatıcısı da bir yazardır ve tıpkı Öktemer gibi kahramanıyla arasında pek de öyle mesafe koymaz. Birlikte parklardan geçerler. Gökyüzünü, mevsimini şaşırmış sıcak havaları, rüzgârın getirdiği kokuları duyarlar. Şehri dinlerler. Etrafta gezinen insanları gözlerler. Sokakların, mekânların, zamanların ufalanıp birbirine karışmasının burukluğuyla ama bir yandan da onlara kattığı hazlarıyla.

Öktemer değişimin kaçınılmazlığını elbette bilir. Ama işte kentin değişimi yürekleri burkacak yerlere doğru gitmekte, Ankara’nın o çok sevdiği güzellikleri, neşesi, belleği, incelikleri gün geçtikçe aşınmaktadır. Bir defasında Cem ve Sezen birlikte yürürlerken harıl harıl çalışan vinçlerle kornalı taraftar kalabalığının arasında kalırlar:” Kötü bir müziğin tam ortasındayız sanki.  Kulaklarımızı kapayarak bu gürültüden kaçamayız. 30 yaşını aşmış, yaşadığı çağa yabancılaşmış her çift gibi şimdiden çok sıkılıyoruz. Geçmişte gezinmekten yoruluyoruz. Dışarısı ise çok gürültülü, çok yabancı…” diye hayıflanır kahramanımız.

Romanın sayfaları arasında ilerledikçe, kahramanımızın, kendi yaşam amacına dair heyecanı yakalayacağını, hayattaki o başlıca tasarısını/hayalini eyleme dönüştürecek gücü kendinde bulacağını anlarız. Elbette düşlerindeki Leonard Cohen’in de, dostlarının da bunda payı vardır ama en çok da Sezen’in. Daha geniş bağlamda ise yazar birbirini izleyen soruları ve cevapları bize bırakmıştır: Acaba kötü müzik yapanlar sahneyi boşaltacak mıdır? Bambaşka bir orkestra oluşacak mıdır? Peki ya çalınan şarkılar hoşumuza gidecek midir? Biz de orkestraya katılacak mıyızdır?

Mekân, sosyal çevre ve insan

SBF’de öğrenciyken okuldan çıktığımızda Kızılay’a kadar yürürdük. Ne yapar eder Konur Sokak’ta sıra sıra dizili kitapçı dükkanlarına uğrar, ardından Mülkiyeliler Birliği’nde uzun sohbetlere dalardık. Yıllar geçti gitti ve ben bu yazın başlarında yeniden Ankara’ya geldiğimde o günlerin tatlı hatıralarıyla soluğu Konur Sokak’ta aldım. Mülkiyeliler Birliği güzelim bahçesiyle yerli yerindeydi fakat bir zamanlar sokağa sağlı sollu dizilmiş İmge, Dost, Bilim ve Sanat, D&R gibi kitapçı dükkanları kaybolmuş, onların yerine “tatoo”, “lazer epilasyon” tabelalarının yeri göğü kapladığı, fast food restoranlarıyla tıka basa dolu bir dünya yerleşmişti. O anda Öktemer’in romanında anlattığı burukluğun bir benzerini ben de hissetmiştim. Şimdilerde düşünüyorum da Mülkiye’de okumasaydım nasıl bir dünya tahayyülüm olurdu tahmin etmekte zorlanıyorum. Belki çoğunluğun sürüklendiği kolaycılıkla şehre uzak diyarlardan gelip yerleşerek hayatta kalmaya çabalayan alt sınıflara mensup insanları suçlayacaktım. Halbuki ben de küçük bir şehirden buralara gelmemiş miydim? Okulum daha ilk günden benim için benzersiz bir gözlem, etkileşim ve kardeşlik adasına dönüşmüştü. Orada edindiğim arkadaşlarımla, dostlarımla diyaloglarım, sohbetlerimiz ve hocalarımızın derslerde anlattıkları sayesinde okuma listelerimi oluşturabildim. Fakültemizin zengin kütüphanesinde vakit geçirebildim. Dünyada olup bitenlere dair ilgimi entelektüel çabalara dönüştürebildim.

Kendimizi, “öteki”yle tanımlayan sosyal yaratıklarız. Kurduğumuz bağlarla ve ancak bu sayede kendi varlığımıza anlam yükleyebiliriz. Aynı şekilde iyi bir eser de başka iyi eserlere şeffaf ağlarla bağlı. Zira pek çok kitapta yazar size başka eserlerden, yazarlardan bahseder veya okuduğunuz bir kitap size başka eserleri, yazarları çağrıştırır. Böylelikle daha önce okuduklarınızı hatırlayabilir henüz okumadıklarınızı ise önceliklendirebilirsiniz. Velhasıl iyi kitaplar böyle böyle hayatta kalırlar. Can Öktemer’in Hayat, Evren ve Sezen Hakkında adlı romanı da onlardan biri ve beni hemen şu dakikada César Rendueles’in “Fırsat Eşitliğine Karşı Eşitlikçi Bir Bildiri”si ile Sarah Bakewell’in “Hümanisler, Özgür Düşünme, Sorgulama ve Umudun 700 Yıllık Tarihi”ni okumaya çağırıyor; gitmeliyim.

Ek:

(*)Lerner,  romanına seçtiği başlıkla Robert Zemeckis’in ünlü “Back to the Future” filmine gönderme yapıyor

 Alıntılar için sırasıyla bknz:

Hayat, Evren ve Sezen Hakkında, Öktemer, Can, Everest, Haziran 2024, 1.basım, syf.77, 136.

edebiyathaber.net (26 Ağustos 2024)