Öykücü Melike Belkıs Aydın, öykücü Belma Fırat ile söyleşti.
“Kaos GL Öykü Yarışması”nda ödül aldınız. İlk öykü kitabınız “Alışın Buradayız” yayınlandı. Görmezden gelmeyi yeğlediklerimizin, norm dışında kalanların öykülerinden bizi haberdar ediyorsunuz. Gezi direnişi, onur yürüyüşü, gayler, lezbiyenler ve trans bireyler. Arkamızı dönüp yok gibi yaptığımız, alışmak yerine yadsımayı yeğlediklerimizle yüzleştiriyorsunuz okuru. Bu yüzleşme daha güçlü bir yadsımaya mı yol açar yoksa kabullenir miyiz? Birbirimize alışabilecek miyiz?
Görmezden gelmeyi yeğlediğimizden pek emin değilim. Tam tersine norm dışında olanı işaretliyoruz. Normalleştirmeye, hizaya sokmaya çalışıyoruz. İnsanları yaşam alanlarından sürerek, son kertede öldürerek gözdağı veriyor; sistemin arzuladığı uyumlu bireyler haline gelmeyi öğrenmezlerse başlarına neler gelebileceğini öğretiyoruz. Avcılar Meis sitesinde trans bireylerin yaşadığı tehdit ve ayırımcılık, hızla tırmanışa geçen trans cinayetleri buna en iyi örnektir. Gezi direnişinde ön saflarda yer alan LGBTİ bireylerin diğer eylemcilerle oluşturduğu dayanışma ortamının birbirimize alışmak açısından son derece olumlu bir deneyim yaşattığını düşünsem de, bu ruhunun topluma dalga dalga yayılmadığı müddetçe münferitleşip unutulacağına dair de kuşkularım var. LGBTİ bireyleri merkeze alan öykülerimde bir yüzleşme, yüzleştirme meselesi var ise eğer, bunun okuyucuyu toplumsal cinsiyetin kurgusallığı ile yüzleştirme çabası olduğunu söyleyebilirim. Problemi LGBTİ birey ile heteroseksüel bireyi yüzleştirme şeklinde görürsek; bu bizi, ikilik ve karşıtlıkların dünyasına götürür. Karşıtlık ise “ben” ve “öteki”ler yaratarak sürekli olarak sınır inşa eder. Önemli olan bu sınırların toplumsal olarak inşa edilmiş olduğunu farketmektir. Bu nedenle “birbirimizi kabullenmek”; birbirimizi kabul etmek, benimsemek anlamında gerekli ve hatta zorunlu olmakla birlikte, sözcüğün yan anlamında sıkıntılı bir çağrışımı da var. “Kabullenmek” içinde barındırdığı olumsuzluk üzerinden sınırlarımızı ihtiva etmeye devam eder. “Kabullenmek” gibi bir derdimiz olmamalı. Aynı gemide olduğumuzu görmeliyiz. Misal, heteroseksüel birey, çekirdek aileyi temel alan sistemin üreme temelli cinsel pratiklerinin dışına çıktığında, kendini “sapkın” -normun dışına sapmış – olarak bulabileceğini idrak ettiğinde, kendini LGBTİ bireyler ile birlikte konumlandırmayı başarabilir pekâlâ. Kadınlığın toplumsal inşasını ve kurgusallığını trans kadın bireyler üzerinden anlamak da mümkün. Bir trans kadının nasıl sürekli olarak “kadınlığı” konusundaki şüpheleri giderme gibi bir derdi varsa, bedeninin biyolojik konfigürasyonunun sağladığı avantajla doğuştan pembe kimlik verilen ve toplumun ona çizdiği kadınlık rollerini hayata geçirmesi beklenen kadın da yeterince kadın olup olmadığı konusunda sürekli olarak teste tâbidir. Belirli bir yaş aralığında olmamak – çünkü yaşlanan kadın, kadın liginden düşer-, uygun beden ölçülerine sahip olmamak, belirli şekillerde idealize-estetize edilmiş beden dilini, hâl ve tavırları, toplumsal olarak dayatılmış görevleri benimsememek “kadınlığı” derhal sorgulanır hale getirir. Bu nedenle özellikle, trans bireylerle empati kurarak, öykülerini dinleyerek “toplumsal cinsiyet rolleri”nin üzerimizde nasıl bir şiddet yarattığını, sistemin biyo-politikalarının hep birlikte mağdurları hâline geldiğimizi anlayabiliriz.
Öyküleriniz susturulmaya çalışılanın, sesi duyulmayan değil ses bile çıkaramayanın ağzından anlatılıyor. Kaybedenin öyküsünde önemli olan onun kazananın değil kendi diliyle anlatılmasıdır. Siz de anlattığınız kesimin jargonunu özenle kullanıyorsunuz, söz gelimi “dolaptan çıkmak” bu jargona ait. Bu konuyu biraz açar mısınız?
Hakim kültürün dilinin, toplumun ezilen ve dışarıda bırakılan unsurları için bir sürgün yeri, bir dışlama alanı olduğunun farkında olmalıyız. Dışlananın, yersizyurtsuzlaştırılanın ifade edilmediği ve yer yer baskın dilin ideolojisi tarafından olumsuz göndermelerle kodlanarak işaretlendiği göz önünde bulundurulduğunda; bu dilin içerisinde kendi dilini yaratmak ve hakim dilde bir yarık açmak suretiyle girişilen bir dönüştürme faaliyeti, dilin kendisinin siyasi mücadele alanının bir parçası olduğunu idrak etmemizi sağlamakta. Bu açıdan jargonlar, altkültürlerin yarattığı diller -ki Lubunca’yı da bunlar arasında sayabiliriz- hakim dil tarafından içselleştirilip baskın ideolojiye uygun şekilde yeniden kullanıma sokulmaya karşı koyabildikleri ölçüde biz okuyucuların farkındalığını artıracak ve bir zihinsel dönüşüm imkânına yer açacaklardır. Fakat edebiyatın yazınsal mekânının sağlayabileceği bu zihinsel dönüşümün, benim öykülerimde görüldüğü gibi yer yer jargon, argo sözcük ya da Lubunca’ya ait tek tük ifadelerin kullanılması şeklindeki iyi niyetli çabalarla gerçekleştirilebileceğini düşünmüyorum. Bunun için hakim dilde yazmamayı başarmak; Deleuze ve Guattari’nin söylediği gibi: Dili eşeleyebilecek ve bunu yalın bir devrimci çizgi boyunca geliştirebilecek minör bir edebiyatı öz dilden çekip çıkarmak, kendi öz dilinin göçebesi, göçmeni, çingenesi olabilmeyi başarmak; Kafka, Joyce, Beckett olmak gerekiyor. (Kafka/ Minör Bir Edebiyat İçin, Yapı Kredi Yayınları, sa:29). Bu açıdan Latife Tekin’in yoksulluğun mekânı olan gecekondular üzerine yazmış olduğu Berci Kristin Çöp Masalları; edebiyatta dilin nasıl kurulabileceği konusunda yol gösteren ve bana esin kaynağı olan çok güzel bir örnektir.
Öykü kahramanlarınız saldırgan değil ve kendilerini dışlayan dünyada bir yer talep etmiyorlar. Bunun yerine kendileri için kimsenin karışmadığı bir ayrı dünya kurgulamak, dışlayanları dışarıda tutarak kendi yaşamlarını kurgulamak istiyorlar. İktidarı talep etmek y
Bir yer talep etmenin saldırganlık gerektirdiğini düşünmüyorum. Öte yandan bence öykülerdeki kahramanlar kendilerine bir “yer” elbette talep ediyorlar. Kimi onur yürüyüşünde, kimi gökyüzüne saldığı uçurtmaya yazdığı dilek aracılığı ile, kimi kendine zarar vererek, dans ederek, öykü yazarak, ağaç için sokağa dökülerek, kendini dışlayanlarla birlikte tencere-tava çalmakta ısrar ederek, duygudaşlık eylemlerinde yer alarak; kendilerini, varlıklarını görünür kılma, bir itirazı dile getirme, “Buradayım,” diyebilme çabası içerisindeler. erine kendilerine başka, paralel bir dünya kurgulamak istediklerini söyleyebilir miyiz?
“İki uçurtma” öykünüzde el işi dersinde uçurtma yapan bir ilkokuldaki lezbiyen bir öğrenciyi anlatıyorsunuz. Kimsek o olabilmemiz, akıntıya kapılmayıp gerçek benliğimizi yaşayabilmemiz çok zor. Sürekli gizlenmek, bir başkası gibi davranmak zorundayız. Özgürlük ancak ipi elimizden kaçmış bir uçurtma misali gökyüzüne süzülmek gibi. Özgürlük gerçekten bu kadar uzak mı? Metnin sunduğu bir imkan var mı?
“İki Uçurtma” öyküsü “kendi olamamanın” “olmadığı biri gibi davranma” baskısının ilkokul sıralarındaki çocukların üzerindeki yıkıcı etkisine odaklanıyor. Kahramanların cinsiyet kimlikleri ve cinsiyet yönelimleri açısından toplumsal sınırlandırmalara tâbi oldukları görülüyor. Lezbiyen ifadesi öyküde geçmiyor. Bu aslında dilde yaptığımız bir adlandırma. Cinsel ve/veya duygusal bakımdan hemcinsine yönelen bir kız çocuğu ya da kadına lezbiyen diyoruz. Kadına -bu öykü özelinde, “kız çocuğuna”- lezbiyen diyerek “lezbiyenlik” şeklindeki bir ilişki biçimini, bir kategoriyi varetmiş, bu şekilde adlandırmış oluyoruz. Judith Butler bunu dilin performatif özelliği şeklinde ifade ediyor. Cinsiyet yönelimine ilişkin herhangi bir kavramsal birikimden yoksun olan bir kız çocuğu yönelimini bu şekilde ifade eder mi, yoksa o bir kıza ilgi duyan bir kız mıdır? İkinci adımda şu soruyu da sorabiliriz; etek giyiyor olması kahramanımızı “kız çocuğu” olarak görmek için yeterli olur muydu? Kendini “kız” görüyor mu, bu şekilde adlandırılmaktan memnun mu? Bu tamamen okuyucuların kendi yorumlarına kalmış. Ben de öyküyü yazıp bitirdikten sonra metnin bir okuyucusu haline geldiğimden kendi öznel yorumumu saklı tutyorum bu konuda. Öte yandan, “Özgürlük ancak ipi elimizden kaçmış bir uçurtma misali gökyüzüne süzülmek gibi.” midir? Buna net bir yanıt veremiyorum. İpi elimizde sıkı sıkı tutabilsek ve uçurtmaya hakim olabilsek bu özgürlüğün ruhuna ters gibi geliyor bana. Zaten ipe asıldığımızda, ip elimizi kesiyor ve bizden, özgürlüğü arzu ediyorsak, elimizi gevşetmemizi talep ediyor. Öte yandan uçup gittiğinde de, bu sefer özgürlük ulaşılmaz çok uzak bir ideal gibi görünüyor. Belki de özgürlük; sürekli olarak özgürlük yolunda faaliyette bulunmaktan, uçurtmaları yapıp gökyüzüne salmaya devam etmekten geçiyor.
“Anlam” öyküsünde kuram ile yaşamın birbirine karıştığı bir kadının öyküsünü okuyoruz. Anlatıcı, kişisel yaşantımızın aslında sadece kişisel yaşantımız ve bizim özel seçimlerimiz olmadığının farkında. Söylediklerimizle yaşadıklarımızın, anlattıklarımızla başımıza gelenin, savunduklarımızla durduğumuz yerin bir olmaması tam da “kişisel olan politiktir ”in karşılığı değil mi? Şifayı kişisel yaşantımızın tam da politik olduğunu fark etmekte mi bulacağız?
“Anlam” öyküsünde, kadına yönelik şiddet konusuna dikkat çekmek için yapılan sanatsal ve kuramsal çalışmaların anlamını, ne ifade ettiğini, bir öykü üzerinden düşünmeye çalıştım. Geçtiğimiz yıllarda fotoğraf çalışmaları, tiyatro oyunları, öyküler, paneller, basın bildirileri ve benzeri birçok faaliyet yapıldı ancak bu konuda hiçbir iyileşme sağlanamadığı gibi ülkemizde kadına yönelik zulüm ve baskı sürekli olarak artıyor. Bunun yarattığı hayal kırıklığı ve uyandırdığı sorular ile, öyküyü yazmaktayken, yazdığım öykünün içinde, bu konuda öykü yazmanın hâlâ bir anlamı var mı sorusu ile mücadele etmeye çalıştım. Öykünün bir diğer vurgusu ise, eğitimli ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi için çeşitli eylemlere katılan, sanatsal üretim ve kuramsal çalışmalarda bulunan kadınların da, özel hayatlarında bu şiddetten muaf olmamaları. Kadına yönelik şiddettin sınıfsal olmaması bir yana, kadına şiddetin önlenmesi konusunda belirli birikime sahip olan kadınların, bu birikimlerini özel hayatlarında ne kadar hayata geçirebildikleri de bir soru işareti. Kariyelerini kadınların ezilmişliği ile mücadeleye üzerine kuran kadınların özel hayatlarında da benzer sorunlarla karşılaşıyor olmaları “kişisel olan politiktir” ifadesinin son derece ironik tezahürlerinden biri elbette. Kişisel olanın politik olduğunu idrak etmenin tek başına şifa kazandıracağını düşünmüyorum ancak bunun farkında olmak ezilenler açısından topyekûn bir mücadele imkânı sağlıyor. Öte yandan kadına yönelik şiddetin son bulması toplum olarak şifa bulmamıza yardımcı olabilir.
“Duygudaşlık Terörü” bize yabancı kalanın anlaşılmasından da öte deneyimlenmesini anlatıyor. Öykü kahramanları anneler kızlarını, erkekler transları, üst sınıfın alt sınıfı deneyimlediği bir süreç yaşıyorlar. Öykü anlatmanın doğrudan bu duygudaşlığı kurabildiğini düşünüyor musunuz yoksa bizim de bir enjektöre mi gereksinimimiz var?
Keşke öykü anlatmak duygudaşlık kurabilmek için yeterli olsa. Buz dolaplarında çocuk bedenlerinin saklandığı, ölülerin sokaklarda bekletildiği bir iç savaş dönemi yaşıyoruz. Bütün bunları görmemize bilmemize karşın toplumun önemli bir kesimi olarak sessizliğimizi sürdürüyoruz. Bu çok umut kırıcı. Birbirimizi anlamak, evladını kaybeden annelerin yerine kendimizi koymak, evini barkını bırakıp göç etmek zorunda kalanlarla bir nebze olsun empati kurmak ve dayanışma ruhunu uyandırmak için enjektöre ihtiyacımız olması fikrinden utanç duyuyorum. İnsan olmak nedir, insanlık nedir diye dönüp dönüp kendimize sormamız; neden ötekini anlamak için onun yaşadığı acıları bizzat deneyimlememiz gerektiğini sorgulamamız gerekiyor. Bir enjektör ile birbirimizi anlasak ve sorunlar çözülse bu insanlığımız açısından ne ifade eder?
Söyleşi: Melike Belkıs Aydın – edebiyathaber.net (6 Ocak 2016)