Oylum Yılmaz'ın ilk romanı Cadı, “güç ve kadının tel tel ayrıldığı” bir çağdan bugüne uzanan büyülü bir arayış… Kendi içindeki cadıyı diriltme cesaretini duyan tüm kadınlara bir davet ya da dilerseniz bir meydan okuma, oyunbaz, cüretkâr, tutkulu, olabildiğince zeki ve kıvrak, biraz da düzenbaz bir masal.
Edebiyat eleştirileriyle yıllardır okuyup takipçisi olduğumuz Oylum Yılmaz'ın ilk romanı Cadı: Prinkipo'da Büyülü Bir Arayış, farklı niyetlerle okunabilir.
Dilerseniz bir Büyükada masalı, dilerseniz kadınlık üzerine bir sorgulama diye okuyun; dilerseniz arkanıza yaslanıp rastgele açın bir sayfasını, şiir niyetine okuyun.
Çünkü Cadı bir ilk roman olmanın bütün iyi özelliklerini taşıyor. Yıllar içinde damla damla biriken sözcüklerle yazılmış, vakitlice demlenmeye bırakılmış, demini alıp tortularını atmış, öyküsünü berrak bir dille anlatan, şiiri olan bir roman.
Şiir anlatılır mı? Anlatılmaz. O yüzden ben size Prinkipo'daki bu büyülü arayışın masalını anlatayım biraz.
Bunun için “Prinkipo hangi zamanın, hangi Ada'sı? Bu arayış neyin arayışı?” diye sorarak hikâyeye en başından başlamak gerekiyor.
“Hiçbir şeydim hiçbir şey oldum. Yaz kızım, çocuğum, öyle aval aval bakma, işte bunun hikâyesini anlatacağım, dedi gibi geldi bana.”
İşte böyle başlıyor Cadı. “Dedi gibi geldi bana” diyen hikâyenin anlatıcısı… Onunla ilk böyle karşılaşıyoruz: aval aval bakarken. Bakakaldığıysa kahramanı.
Adım adım hayatını takip edip sırrına ermeye çalıştığı, birden gözden yitirip bulamadığı, araya araya kendi yolundan çıkıp onun yerini aldığı kahraman, nam-ı diğer Ümran.
Güzeller güzeli Ümran, akıllı Ümran, terzi Ümran, Ada sosyetesinin gözdesi Ümran, sevenini meczup eden, sevdiğine kavuşamayan Ümran, deli Ümran, falcı Ümran, cinli Ümran, cadı Ümran…
Kadınlık dediğin şeyin en gösterişli, en saldırgan, bir tuhaf temsili, diyor anlatıcı Ümran için. Onu hayata bağlayan yaşam gücü öylesine kuvvetli ki alev alev yanıyor, gözlerine bakıp da içindeki ışık yangınını görenler hayranlıkla korku arasında kararsız, birbirlerinin kulaklarına fısıldıyor: “Şeytan bu kadın, vallahi de billahi de şeytan!”
Ümran daha başından anlıyor, ne anasının, ne o komşu Sıdıka Hanım'ın “kadınlık” sanıp Ümran'a biçmeye çalıştığı şeye sığamayacak; hacılar hocalar ne kadar üflerlerse üflesin Ümran'ın yangını sönmeyecek, ne analığından, ne 'karı'lığından kimseye hayır gelmeyecek.
Kendi kadınlığını kendi dikip biçecek Ümran, en güzelinden, en havalısından robaları, jakarları, taftaları geçirip, en baş köşelere kurulacak; kurulacak ya bir yandan da karşısına çekip nasihata giriştiği anlatıcıya “Güç, ne erkeksi ayak oyunlarıyla kazanılır hayatta ne de kadınsı sözde uyanıklıklarla, aldanma bunlara… Bayramlarda pembeler, nişanlarda allar, düğünlerde beyazlar giydirirler de başköşelerde oturturlar seni, önden bayanlar misali yani… Daha büyük aldatmaca mı var şu hayatta, güzel güzel otur da kal bakiyim sen bir kenarda…” demeyi de ihmal etmeyecek.
Daha küçük bir kız çocuğuyken, içindeki yangının açtığı karanlık kuytuya Ada'nın eski ruhlarıyla yeni cinleri, Ümran'ın kısaca “eskiler” dedikleri, gelip yerleşmeye başlar birer birer… Önce İren, Bizans'ın büyücü kraliçesi, Ada'daki her bir ağacı elleriyle efsunlayıp köklerine muskalar gömüp de diken.
Ama daha da önce, o köklerden de derinleri okuyan Kocakarı… Yeryüzünden büyüyü kaldırmaya yeminli Ada'nın işkenceci papazlarının, kötülüğü, hırsı, şehveti çıkaracağız içinden diye diye, iyiliği, sevgiyi de kazıyıp insanlıktan azade bıraktığı kambur ve paspal cadı.
Metamorfoz manastırında yüzyıllarca işkence gören kadınların çığlıkları kulaklarında, Ada'nın çamları arasında dolaşırken Ümran, ağaç köklerinden topladığı kartlardan, İren ve Kocakarı'dan, etrafında uçuşan karanlık tayflardan öğrenir acınası gelecekleri ve geçmişin cümle hüzünlü sırrını okumayı.
Sonrası hepi topu bir düş bulutu. Eskilerin ona verdiği yeteneği bir lanet gibi taşıyor Ümran. Kimselere boyun eğmemiş, eskilere mi eğecek! Kaçıyor elbet, kendini şehrin en parlak ışıklarıyla saklamaya çalışıyor ya, ışık yangını mukadder, kaderinden kaçamıyor…
O kaçtıkça biz peşinde, yetişemiyoruz ama fırtına gibi yaşadığı hayatın ardında bıraktığı yıkımdan izini sürüyoruz, kimi zaman gözden yitirip bambaşka bir hayatta buluyoruz Ümran'ı.
Ta ki onu Ada'da perdeleri sıkı sıkıya örtülü bir evin taş duvarlarının soğuğunda aniden kaybedene kadar. Ümran sırra kadem basıyor, romanın ilk cümlesinde söylediği gibi, hiç oluyor.
Böylece romanın orta yerinde anlıyor ki anlatıcı (ve biz de onunla birlikte anlıyoruz ki) bu roman aslında Ümran'ın hikâyesini anlatmıyor. Kahramanını kaybeden anlatıcı bizden daha da şaşkın. Ümran gidince, kendini birden anlattığı hikâyenin orta yerinde, onun kaderiyle, etrafında uçuşan karanlık tayflarla, cinleriyle, cadılarıyla, iblisleriyle başbaşa buluyor.
Gerisini anlatmayayım artık. Anlatıcı bu yangın yerinden nasıl çıkacak, cadılar ellerinden tutup ona Ada'nın hangi kayıp masallarını gezdirecek, kaç zamandan geçecek, topuklarını şıkırdata şıkırdata mezarlıklardan geçerken ağaçların dibinden hangi tohumları toplayacak, hangi yatakların baş ucunda saklayacak o tohumları da yatağına aldığı iblisinin koynunda hangi rüyalara yatacak, artık o kadarını da kendiniz öğrenin.
Öğrenince anlayacaksınız zaten daha romanın ilk satırlarından beri anlatıcının girdiği o halleri: duruşu, bakışı, gülüşü, ona mı benziyorum acaba diye diye kendine düşüşü, aynalara verdiği pozlar, öyle üstten üste kaş kaldırmalar, gerdan kırmalar, etrafındaki herkesi birbirine düşürecek lafları ortaya atmalar, bir de geriye çekilip keyifle dinleme hevesleri…
Ümran'ın beyaz işlemeli elbiselere bürünmüş, inci kolyeler, küpeler kulağında, sesini de ömrü boyunca hiç sigara içmemişçesine berraklaştırmış, öyle kırıta kırıta, ah benim hayat meleğim, meleğim diye diye rüyalarına girişleri…
İşte o zaman anlayacaksınız ki aslında anlatıcının büyülü arayışı, kendini arayışı. Yolculuğu, üzerine biçilen kadınlıklardan soyunup Ümran'ın ışık yangınından geçerek küle döndüğü, küllerinden bir cadı olarak yeniden doğacağı bir yolculuk. İşte Cadı bu yolculuğun, bu arayışın hikâyesi.
Oylum Yılmaz'ın kendi ifadesiyle “güç ve kadının tel tel ayrıldığı” bir çağda başlayıp bugüne uzanan lirik bir masal… Kendi içindeki cadıyı diriltme cesaretini duyan tüm kadınlara bir davet ya da dilerseniz bir meydan okuma, oyunbaz, cüretkâr, tutkulu, olabildiğince zeki ve kıvrak, biraz da düzenbaz bir masal.
“Kadın”ı dillerinde küfür gibi taşıyan adamlara, “kadınlıklarını” içlerinden söküp atamadıkları bir çeşit kötülük, fenalık gibi yaşayan bayanlara, içindeki kötülüğe bakmaya cesaret edemeden melekliğe soyunanlara, şeytanından kaçıp karanlığın ışıkla boğulabileceğini sananlara atılmış bembeyaz bir kahkaha…
Yazan: Gülengül Altıntaş – bianet (05 Mart 2012)