İlk olarak şunu söylemeliyim ki, bir okur olarak uzun zamandır hiçbir kitap beni bu denli “rahatsız” etmemişti. Son sayfayı çevirdiğimde, elimde kitap, gözlerim duvarda, içimde bir sıkıntı, öylece kalakaldım. Düşündüm, Livaneli tarafından düşündürüldüm. İşte, Doğan Kitap etiketiyle geçtiğimiz ay yayımlanan Zülfü Livaneli’nin son kitabı Huzursuzluk, tam olarak rahatsız ediyor, huzursuzluk veriyor, canınızı yakıyor, okurunu bir Ortadoğu gerçeğiyle yüzleştiriyor.
Mardinli Hüseyin ve Suriyeli Ezidi Meleknaz’ın yaşadıkları üzerinden ilerleyen kurgu, kitabına başına ya da sonuna “bu roman gerçek hayat hikâyesinden esinlenerek yazılmıştır,” ibaresine ihtiyaç dahi duyulmaksızın okuru buz gibi soğuk gerçeklerle yüzleştirerek akıp gidiyor. İstanbul’da yaşayan gazeteci İbrahim’in, çocukluk arkadaşı Hüseyin’in ölümü üzerine, memleketi Mardin’e, Hüseyin’in cenazesine gitmesiyle hikâye başlıyor. Hüseyin ve Hüseyin’in diğer aile fertleri, bir güneydoğu ailesi resmi çizerek, Hüseyin ve uğruna nişanlısını terk ettiği, bütün hayatını değiştirdiği, kampta tanışıp kurtardığı Meleknaz’ın aşkları üzerinden bu ailenin ve dolayısıyla coğrafya insanının, dinlerin, mezheplerin hayatları nasıl etkilediği, yönlendirdiği belki de yok ettiği anlatılıyor. Bunun üzerine, Suriye’de yaşanan acı olaylar da eklenince, gerçek bir Ortadoğu ve güneydoğu hikâyesi okurla buluşuyor.
Gazeteci İbrahim ise, tüm kurguyu bir de İstanbul’da yaşayan bir gazeteci gözüyle okunmasını sağlayan karakter olarak okurun karşısına çıkıyor. Mardin’de kaldığı süre boyunca, çocukluğundan bu yana şehrin, hatta coğrafyanın ne kadar değiştiğini fark eden İbrahim, öncelikle eski ve yeniyi kıyaslamaya giriyor; Mardin’den hiç gitmeseydi, belki de çok daha mutlu bir hayatı olacaktı? Bu sorgulamalar içinde, aslında içten içe doğulu olmaktan utandığını keşfeden İbrahim, benliğinde çıktığı yolculukta, büyük şehirde yaşamaya başlayan insanların nasıl kimliksizleştirildiğini keşfediyor. Küçük şehirden metropollere göçmüş insanların zaman içinde beliren amaçsızlığını, umutsuzluğunu, nedensizliğini ve belki de bir süre sonra ortaya gelecek boşluğunu tecrübe ediyor.
Kendisi ile birlikte, Suriyeli göçmenleri gözlemleme fırsatı bulan ve hatta Hüseyin’in âşık olduğu Meleknaz’ın bir Ezidi kadını olduğunu öğrendikten sonra Ezdiler hakkında bilmediği pek çok şeyi araştırmaya koyulan İbrahim, kurguda adeta okurun iç sesi rolünü üstlenmiş desek, yanlış olmaz. Aslen başkarakter Hüseyin’in ölümünü ve Meleknaz’ın hayatını araştıran gazeteci İbrahim’miş gibi görünse de, okur sayfalar ilerledikçe, Ortadoğu’daki terör örgütleriyle, onları yaptığı işkencelerle ve özellikle de Ezidi kadınları ve çocuklarıyla tanışınca, tek başkarakterin Ezdilerin acıları olduğunu içinde meydana gelen büyük bir huzursuzlukla fark ediyor.
Evet, kitap gerçekten de okura huzursuzluk veriyor. Yazar, Ortadoğu’da akan kanı, 2011’den bu yana Suriye’deki çocukların gözyaşlarını, kadınların uğradıkları tecavüzleri, aslında her gün gazetelerde okuyup da geçtiğimiz sayfaları, televizyonda haber vaktinde rahatsız olup da çevirdiğimiz kanalları hatırlatmakla kalmıyor, bir bir yüzümüze vuruyor. Romanın en can alıcı – ki belki de can yakıcı demek daha doğru olacaktır, bölümü, Ezidi kadınlarına IŞİD teröristleri tarafından yapılan eziyetlerin anlatıldığı bölüm. Meleknaz, arkadaşı Zilan ve onun kardeşi Nergis’in maruz kaldığı işkenceler, tecavüzler sonunda, okurun yüreğine işleyen o ağır cümle, okuru gerçek anlamda sarsmaya yetecek nitelikte okurun karşısına çıkıyor; “Ben bir insandım.”
Kurgunun temelinde yatanın, merhamet duygusunu ve onun kişide yarattığı acıma hissinden kaynaklı kendini rahatlatabilmek için yardım etme dürtüsünün sorgulanması olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Yardıma muhtaç kabul edilebilecek birisinin merhamet gösterilmesini kabul etmemesi, yardım etmek isteyen kişiyi mi muhtaç duruma düşürüyor? Yoksa yardım etmek isteyen aslında hiç suçu olmamasına rağmen kendini suçlu hissetmeye mi başlıyor? Belki de içten içe kapanması gereken, ona acı veren yaralarının yardım edince azalacağına mı inanıyor? Ya da muhtaç olana merhamet ederken kendini affetmeyi mi öğreniyor? Okurun zihninde bulanık ya da berrak da olsa mutlaka bunlar ve bunlara benzer sorular dolanmaya başlıyor. Kısacası, Meleknaz tarafından merhametin reddedilmesi, böylesi acının çekmeyen tarafından anlaşılabilmesinin mümkün olmadığını okura gösteriyor.
Gerçekten de, Meleknaz ve iki gözü de kör doğan kız çocuğunun, Zilan ve Nergis’in bakışlarındaki donukluk, anlatımlarındaki düzlük ve hatta Zilan’ın İbrahim’e IŞİD teröristlerinin elindeyken yaşadıklarını hiçbir vurgu olmaksızın, gözyaşı bile dökmeden, gözlerini yalnızca bir noktaya dikerek anlatıyor oluşu, yaşadıkları acının artık herkes tarafından ulaşılamaz boyutta olduğunu okura hissettiriyor. Kurgu içerisinde de yer alan, “iyinin ve kötünün ötesinde bir yer var, seninle orada buluşalım,” diyen Mevlana’nın sözleri, bu acılar üzerine söylenebilecek en anlamlı ve dokunaklı sözcükler olarak okurun aklında yer etmeyi başarıyor.
Kurgunun tamamının aslında karşıtlıklardan ibaret olduğu gözlerden kaçmıyor. Öyle ki, bir yerde Müslümanlığa sığmayacak bir davranış sergilediği düşünüldüğü için öldürülmek istenen Hüseyin, Amerika’da Müslüman olduğu için saldırıya maruz kalıyor. Yazar kimlik çatışmasını, toplum dayatmasını, ırkçılığın, terörün o çirkin yüzünü bu ikilemden yola çıkarak okura aslında ironik bir dille aktarmış oluyor. Hiç kimsenin artık kendi kararlarının olmadığı, kimliklerinin kaybolduğu, bir âlimin, din adamının ya da devlet adamının, hatta ve hatta sıradan bir vatandaşın bir sözüne göre duygularının, düşüncelerinin değişebileceğini vurucu bir şekilde okura gösteriyor.
Dil bakımından diğer kitaplarından biraz daha farklı bir yöntem belirlemiş olan Livaneli, okura pek çok bölümde soru-cevap olarak ilerliyor gibi hissettiriyor. Şöyle ki, açıkça yazılmamış sorular, cevaplardan çıkartılarak okurun ilgisini çekebilecek bir biçime bürünüyor. Özetle, uzunluk bakımından bir novella sayılabilecek kadar kısa olan roman, iki sözcüğün birleşerek böylesine kuvvetli bir anlam taşıyan İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderdir,” sözünü çıkmamak üzere hafızalara kazıyor. Dolayısıyla, romanın sonunda, insan nerede doğarsa, oranın güzelliklerine sahip olacağı gibi oranın pisliğine de katlanıyor, düşüncesiyle Ortadoğu insanının yaşadıklarını okura anlatıyor.
Zihninizin size fısıldadığı üç sözcük, uzunca bir süre sizi terk etmiyor: ‘Ben bir insandım.’ Peki, onlar insanlığını yitirince, bizim insanlığımız daha ne kadar dimdik durabilecek? Velhasıl, “Huzursuzluk”, işte böyle okurunu içinde müthiş bir huzursuzlukla baş başa bırakıyor.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (9 Şubat 2017)