Bir dergi yazıhanesini, yayınevini ilk görüşüm 1976’dadır. Lise 2’deydim. Edebiyat öğretmenimiz, şair yazar Mehmet Başaran’ın yönlendirmesi ile Cağaloğlu Yokuşu’ndaki Varlık Yayınları’na gitmiştim. Amacım indirimli kitap almaktı. O zamanlar yayınevleri kendi kitaplarını bürolarından indirimli satarlardı.
Varlık’ın bulunduğu iş hanına girdim, merdivenleri tırmandım, yayınevinin tabelasının bulunduğu kapıyı çaldım. Satış yerine girmeyi umuyordum, karşıma bir masada oturan bir bey çıktı. Önündeki bir kağıdı okuyordu. Şok oldum. Kaçsam mı, sorsam mı bilemedim. “Kitap alacaktım!” dedim titreyen bir sesle. Yaşar Nabi, başını kaldırmadan parmağıyla üst katı gösterdi. Meğer burası yazı işleri bölümüymüş, satış üst kattaymış.
O sıralarda şiir yazmaya başlamıştım. Şiirlerimi bildiğim tek dergi olan Varlık’a götürmeye karar verdim. Satış katındaki nefis bir Rumeli şivesi ile konuşan amcalara şiirlerimi kime vereceğimi sordum. Beni alt kata yönlendirdiler. Kapıyı çaldım ve karşıma Yaşar Nabi çıktı. Yine yalnızdı. Masasında oturuyordu. Sanırım bir şey okuyordu. Bir çalışan ya da sekreter beklediğim için çok şaşırmıştım. Bir zarf içindeki şiirlerimi teslim ettim. Yanındaki mektup yığınının üzerine koydu, ben de bir şey diyemeden çıktım.
Yaşar Nabi Nayır 1981’de vefat edince Varlık Yayınları’nın başına kızı Filiz Nayır Deniztekin, derginin yönetimine de Konur Ertop gelmişti. Yardımcısı da arkadaşımız Erdoğan Albayrak’tı. O vesileyle öykücü Cengiz Öndersever’le birlikte Varlık’a gitmiştik. Konur Ertop ayrılıp Kemal Özer göreve gelince de bu ziyaretler artarak devam etti. Hemen her akşamüstü, Kadıköy’e dönerken Mehmet Müfit ve Tuğrul Tanyol’la uğrar bir süre sohbet ederdik. Çünkü o zamanlar dergiler, yayınevleri randevu almaya gerek olmadan çat kapı ziyaret edilebilirdi. Zaten yeni bir dergi çıktı mı, hemen adresi sorulurdu. Genelde eserler postayla yollanırdı ama PTT hep çok yavaş çalıştığı için elden şiir ya da yazı götürmek de çok normaldi.
Varlık tek kapısını çaldığımız dergi değildi. Doğan Hızlan’ın yönettiği Gösteri, Attilâ İlhan döneminde Sanat Olayı da Cağaloğlu’nda uğradığımız dergilerdendi. Memet Fuat De Yayınları’nı Seyyit Nezir’e devretmişti. Seyyit, Broy Dergisini de çıkarıyordu. Valiliğin karşısındaki binaya arada uğrardım. Bir gün Asım Bezirci ve Ece Ayhan’la birlikte sohbet etme şansına da orada kavuşmuştum.
Eski diplomat, öykücü Necdet Ökmen Somut Dergisi’ni çıkarıyordu. Cengiz Öndersever de ona yardım ediyordu. Dergi bürosu Üsküdar’ydı. Biz gidemesek de Necdet Bey’in Sultanahmet’te buluştuğumuz çay bahçesine gelip bizlerle tanıştığını anımsıyorum. O zamanlar askeri yönetim yeni dergi çıkmasına izin vermediği için Yazko’nun haftalık gazetesi için Necdet Bey’den Somut adı satın alınmıştı.
Dönemin önemli dergilerinden biri de Tanju Cılızoğlu’nun Edebiyat 81 dergisiydi ve genç şairlere çok yer veriyordu. Yanlış anımsamıyorsam derginin adresi Bakırköy Bahçelievler’di. Tanju Bey gazeteci olduğu için hep Cağaloğlu’ndaydı. Yani onu görmek için o kadar uzaktaki dergi bürosuna gitmeye gerek yoktu. Mehmet Müfit ve Oktay Taftalı çok meraklı oldukları için üşenmeyip dergi adresine gitmiş ve bir terzihane ile karşılaşmışlardı. 80 sonrası, askeri darbe günleriydi, dergiyi adresinde bulamamak onları çok tedirgin etmişti. Günlerce bu konu konuşulmuştu.
Her gün Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeki Erenler Kıraathanesi’ne giderdik. Bir gün yan masada oturan takım elbiseli orta yaşlı iki adam ilginç bir teklif yaptı. Bir dergi çıkaracaklardı, ama kadroları yoktu. Biz onlarla birlikte dergiyi çıkarır mıydık? Öyle saftık ki çıkarırdık. Neyse ki kuşkuculuğu ile meşhur arkadaşlarımız vardı. Dergi projesine hemen atlamadık. Sonradan bu teklifin birçok şair grubuna yapıldığını öğrenecektik. Siviller edebiyat dünyasına sızmak istiyordu anlaşılan.
Ben Ankara’da ODTÜ’de okuyordum. O yıllarda Ankara hem dergileri hem de yayınevleriyle edebiyatta önemli yer sahibiydi. Ankara’da ilk kapısını çaldığım dergi Oluşum’du. 1979 yılı olmalı. Oluşum Küçükesat’taydı ve benim kaldığım eve çok yakındı. Bir gün şiirlerimi alıp gittim, kapıyı çaldım. Orta yaşlı bir hanım açtı. Fahrünnisa Kadıbeşegil, dergiyi evinden çıkarıyormuş. Rahatsız etmeyeyim diye kapıdan dönecektim ki hemen buyur etti. Dergide şiirlerim yayınlanmakla kalmadı bir anda fahri asistan da oldum. Nisa Hanım’a tashih, dergi dağıtımı gibi işlerde yardım etmeye başladım.
Derginin yayın yönetmeni Enis Batur askerlik görevini yapıyordu. 1980 yılıymış. Enis Batur askerden izinli gelmiş, Oluşum’da karşılaştık. O gün tanıştığım bir kişi de Ece Ayhan’dı. Oğlu ODTÜ’de okuyormuş, ondan söz etmişti bana. “Görüşür, tanışırsan iyi olur” demişti.
Ali Püsküllüoğlu hem Türk Dili Dergisi’ni yönetiyordu, hem de Yusufçuk Dergisi’ni çıkartıyordu. Yusufçuk’ta birkaç şiir yayınladıktan sonra “Niye Türk Dili’ne şiir vermiyorsunuz?” diye sordu. Derginin Öz Türkçeci olduğunu, bizim şiirlerin uymayacağını söyledik. “Artık o kadar katı davranmayacağız, politika değiştirmeye karar verdik” deyince ODTÜ’den arkadaşım Erdinç İskür’le birlikte şiirlerimizi götürdük. Bir ay sonra da yayınlandı.
TDK’nın dergisi olan Türk Dili telif de verirmiş. Telif almaya gittiğimizde Ali Ağabey, kurumu yöneten, büyük şair Cahit Külebi’nin bizle tanışmak istediğini söyledi. Külebi geniş bir odada, kocaman bir masanın arkasında hacı ağa tavrıyla oturuyordu. Bizi pek dostane karşılamadı. Oturacak bir yer bile göstermeden hemen fırça çekmeye başladı. Bu kadar genç olmamıza rağmen neden eski bir dil kullanıyormuşuz. Eski dil dediği de günlük konuşma dili. Böylece ilk telifimi aldığım Türk Dili ile ilişkimiz bitmiş oldu.
Türkiye Yazıları Kızılay’daydı. Türkiye Yazıları’na nedense pek uğramazdım. Bir gün ev telefonu çaldı. Arayan Ahmet Telli’ydi. Ahmet Ağabey’i Zafer Çarşısı’ndaki kitapçılardan tanıyordum. Galiba kitapçı yazar Remzi İnanç ağabey tanıştırmıştı. Ama telefon numaramı verdiğimi anımsamıyorum. Dergiye benden bir yazı geldiğini, yayınlamak istediklerini ama metinde dikkatini çeken bir yerler olduğunu, benimle görüşmek istediğini söyledi. Oysa ben bir şey yollamamıştım. Tabii çok merak ettim. Hemen koştum dergiye ama kimsecikler yoktu. Zaten ertesi ay dergi kapandı. Ben de bir türlü olayın aslını öğrenemedim. O dönem başkalarının adıyla dergilere şiir yollamak muzipliği yaygındı ama Dağlarca, Ahmed Arif gibi isimler taklit edilirken benim adım akla gelmezdi sanırım. Yıl 1983’müş.
Akif Kurtuluş, Ömer Ateş, Semih Gümüş, Ömer Türkeş gibi arkadaşlarla tanıştığımız Yarın dergisi dönemin en popüler edebiyat dergilerindendi, bürosu Kızılay’daydı. Mehmet Taner ve Enis Batur Tan’ı, Hasibe Ayten Sesimiz’i, Kutluay Şakar Yeni Olgu’yu çıkarıyordu. Ankara bir dergi cennetiydi.
80’lerin sonundan itibaren bu ilişkiler ağı değişmeye başladı. Belki faks gibi yeni icatlar çıkıp haberleşmenin de hızlanması bir etkendir ama yayıncılığın geçirdiği değişim de etkili olmuş olabilir. Varlık, Sombahar gibi birkaç dergi dışında kapısını çalıp buyur edilebileceğiniz pek yer kalmamıştı. Zaten büyük medya Cağaloğlu’ndan Güneşli, İkitelli gibi yerlere gitmişti. Onların dergilerine, Gösteri’ye, Milliyet Sanat’a ulaşma imkanı kalmamıştı. Matbaalar da Cağaloğlu’ndan çıkarılınca yayınevleri de başka semtlere, özellikle Beyoğlu’na taşındı. Bürolar lüksleşti, girişte sekreterler sizi karşılamaya, “Editörümüz toplantıda, lütfen randevu alıp gelin” demeye başladılar. Artık kimsenin bir genç şairle, yazarla görüşecek, hele sohbet edecek zamanı yoktu.
İnternet’in icadı ile ise ilişkiler tamamen değişti. Şiirler ve yazılar e posta ile yollanıyordu ve şairler, yazarlar kahvehanelerde, meyhanelerde buluşup kavga etmek yerine internetteki gruplarda küfürleşiyor, sanal olarak yumruklaşıyordu. Dergilere ilginin azalmasında, şairlerin şiir yolladıkları dergileri bile satın almamasında bu gelişmelerin de etkili olduğunu düşünüyorum.
Metin Celâl – edebiyathaber.net (9 Haziran 2021)