“Romancılar ayrı ayrı insanlarla hayat kumaşını dokumaya çalışıyorlar. Fakat insan nedir? Ve hakikaten bir tek olan insan var mıdır? Bunu hiç düşünmüyorlar. Düşünmedikleri için de fikirle insanı karıştırıyorlar. Halbuki asıl kumaş içimizde dokunuyor. Mesela al beni, ben kaç kişiyim zannediyorsun?”
Suat’ın Mektubu, Ahmet Hamdi Tanpınar
Hakikaten bir tek olan insan var mıdır? Seçkin Erdi’nin ilk romanı Kampana bir tek olmayan, kendi içindeki ötekiyi fark eden ve çoklaşan bir anlatıcı kahramanın bilincinin uzak ve yakın köşelerinde yaşanan diyalogları, iç ses savaşlarını konu alan “ben kaç kişiyim” sorusuna cevaplar aranan bir kitap. Söylemin doğrudan okura dönük olduğu yerlerin haricinde yazar içsesten mürekkep yeni bir dil kurmuş kendine. Anlatıcı kahraman bazen okurla bazense kendi kendisiyle konuşuyor, kendisiyle konuştuğu yerlerde de düşünceleri ve iç sesi kendisine çarpıp tekrar okura fırlıyor.
Kampana’nın bilincinde yarılma yaşayan anlatıcı kahramanı kısa dönem asker. Askerliğin ve askeriye ortamının yeni bir dille soyutlanarak anlatıldığı bu romanda anlatıcı kahraman ezberden uyum çabası, önceden çalışılmış diyaloglar ile normal olmaya çalışıyor fakat derinlerindeki benlerinden ari kalamıyor.
“Benim içimde başka biri yaşıyor, kim olduğunu bilmiyorum! Bir yabancı gibi ama ben gibi de… Onu hiç tanımıyorum, ama o benim, biliyorum. Dışarı çıkarmak istiyorum onu, bu beden, bu deri hapsediyor… İçimde yaşıyor, huyunu suyunu bilmiyorum, acı çekiyor ama… Yalvarıyor bana, beni azat et diye… Hangimiz beniz? Ben onun gardiyanı mıyım? Nefes almak istiyor, ölüyor içimde, kafatasımı yarıp çıkmak istiyor (…)”
Kişinin bilinir beninin, zihninin derinlerindeki diğer benleriyle yüzleşmesi onda sıkışmışlık hissi yaratıyor. Bu benleri ortaya çıkarmak için toplumsallıkla ilgili kısıtlayıcı etkenlerden de kurtulmak gerekiyor. Romandaki kahramanlardan Kara diğer benini ortaya çıkarmak için kendini jiletliyor.
Yeni anlatı dilinin olanaklarıyla anlatıcı kimi zaman, karanlıkla ilişkilendirilen kuzguna yüklediği insansı hislerle bir kuzgunun bilincinden gerçekleştiriyor söylemini. Hüseyin Kıran’ın beden ve bilinç arasındaki savaşının romanı Resul’deki anlatıcının yer yer köpek bilincinden anlatması gibi Kampana’da da bir kuzgunun yaralı bilincinden bakış atılıyor. Kuzgunun diline anlatıcı kahramanın dili bulaşıyor, kuzgun-anlatıcı kahraman arasındaki sınırlar bazen silikleşiyor: “Hatırlanmak için vardım işte tüm hasletlerimle ama… Aması muamma, aması belki onlardır âmâ, aması bir soru işareti kuyruğu zihnimi yaran bir kama, bundandır hasretim tama… Ama, ama artık çok da umudum kalmamıştı.”
Anlatıcı kahramanın kendi dilinin yansıdığı kuzgun da kendisini konuşturan anlatıcı gibi bölünme yaşamış, zihnini taşımakta zorlanan bir yaralı. Onun da yarası, farkında olmaktan, bir bilince sahip olmaktan geliyor. Kuzgunun bilincinden anlatının askerlik, askeriye gibi uzamlarda gelişeceğine dair bilgilendiriliyoruz. Sonrasında anlatıcı kahramanın bilincine dönülüyor ve kışlanın yatakhanesinde uyanan kahramanın anlatısı başlıyor.
Dünyada bulunmanın, normal olmanın zorluğuyla anlatının dili ters orantılı bir şekilde işliyor. Farkında olmanın farkındalığı anlatıcı kahramanı gündelik hareketlerinde tutuk ve tedbirli yaparken dilde de bilinçli bir kekemelik, anlatımda seçilmiş bir zorlanma bekliyorsunuz fakat anlatıcının bunu aktardığı dil akıyor, çağlıyor, yeni yollar buluyor, bereketli ifade tarzlarıyla kendi kendisini doğuruyor, niteliğinden ödün vermeden sürekli fazlalaşıyor. Bu dil söz oyunlarından, edebi anıştırmalardan, kafiyelerden, metaforlardan, şiirden, simgelerden beslenmiş canlı ve sağlıklı bir dil.
Bazen anlatıcı kahraman eyleme –bu eylem biriyle basit bir diyalog kurmak da olabilir- nasıl hazırlandığının anlaşılmasını sağlayacak zihinsel süreci ve eylemlerinin kaynağında yatan düşünceleri okura açarak yer yer iç monolog ile yer yer ise doğrudan okuru hedef alan bir söylemle aktarıyor. Çünkü metnin geneline hakim olan anlatıcı için gündelik hayatta alelade kurulan basit diyaloglar bile üzerinde düşünülmesi, çalışılması gereken şeyler. Bu yöntemle anlatıcının zihnini takip edebildiğimiz için Kara, Yahya, Mazlum ve ikizleri anlatıcının onlara aktardığı düşünceler üzerinden tanırken anlatıcının kararsızlıklarını, mutsuzluklarını, onu eyleme götüren düşünceleri, hisleri yakînen biliyoruz.
Anlatıcı kahramana çantanın ormana götürülmesi görevinin verilmesiyle anlatı yön değiştiriyor, orman gibi, düşlerin üretilmesine yardım eden bir uzamda hikaye ivme kazanıyor. Anlatıcı kahramanın benlik bölünmesi ve kendi benlik ikizi ormanda karşılaştığı ikizle somutlaşıyor, yazarlık şizofrenisi diyebileceğimiz yazarın benlik bölünmelerini aktardığı roman kahramanları ve anlatıcının kendi benlik ikizi orman uzamının anlatıya dahil olmasıyla bir dönüşüm gerçekleştiriyor. Anlatıcı bu noktada okuru konusal gerilime kaptırmak üzere metne daha kolay girebiliyor ve tahkiyeden dolayı daha anlaşılabilir olduğunu hissediyor. Ancak, okurun tahkiyenin rehavetine kapılmasına asla izin vermiyor ve bu uzamda metafor avcısı okura daha fazla iş düşüyor: Ayna, orman, mağara, ikiz olmak, çan, kilise…
Kampana’nın, öteki ben ile tanışan, iç ses ile tartışan anlatıcısı “o zamanlar daha Olric yoktu”nun anlatıcısından daha kısa ama yoğun bir anlatımla veriyor benlik savaşını. Normal olmaya ve normal görünmeye çalışmanın saçmalığına ve insanın doğumla başlayan eksiklik duygusuna rağmen minimal dozda da olsa mizahı da elden bırakmayarak.
İpek Bozkaya – edebiyathaber.net (21 Mart 2018)