Bergman Adası filmi seyirciye, Ingmar Bergman’ın filmlerini, hayata, ilişkilere bakışını, yaptığı beş evliliği, çocuklarını, kendini işine adamış bir sanatçının nasıl bir yaşantı sürdüğünü düşündürüyor.
Filmimizin kadın ve erkek kahramanları ki ikisi de sinemacıdır, Bergman’ın Fårö’ Adaları’ndaki evine gidip orada yeni senaryoları üzerine çalışmayı planlarlar. Başlangıçta her şey çok güzel görünmektedir, zira çiftimizin birbirini ne kadar sevdiğini anlatan bir çok detay gösterir bize yönetmen. Adaya vardıklarında ise Hedda (Bergman Vakfı Başkanı) ve Berit (Bergman haftası sorumlusu) ile akşam yemeyi yerler. Bu sahneden itibaren yönetmenin ve filmin karanlık yönü su yüzüne çıkmaya başlar. Bergman iyi bir aile babası, iyi bir eş olmamıştır hiçbir zaman. Filminde iki kere Bir Evlilikten Manzaralar Filminden bahsedilir. Her iki seferde de “herkesin boşanmasına neden olan film” olarak lanse edilir. İsveç’İ bilmiyorum ama Türkiye’de şimdiye kadar kimsenin Bergman izlediği için boşandığını duymadım. Bu biraz Barbara Cartland’in aşk romanlarını okuduğu, çok etkilendiği için evlendiğini söylemeye benziyor. Ha, İsveçli gençler, filmi izledikten sonra kendi evliliklerini, evliliğin yapıcı mı yoksa yıkıcı bir kurum olduğunu, kadın ve erkeğin evlilikteki rolünü, onlara biçilen sorumlulukları sorgulamışlardır o ayrı.
(Meraklısı için aşağıda paylaştığım kaynak, İsveç’de 1974’de dizi gösterime girdikten hemen sonraki yıl boşanmaların artma sebebinin sorumlusunun Bergman’dan çok, yasalarda yapılan boşanmayı kolaylaştırıcı değişiklik olabileceğini söylüyor.)
https://screenrant.com/scenes-from-marriage-show-swedish-divorce-rates-rumor/)
Filmin başlangıcında düşmek üzere olduğu potansiyel bir tehlike vardı. Bergman Adası’na gittikleri gittikten sonra kahramanlarımızın ilişkilerinin tamamen değişmesi, hayatlarının allak bullak olması gibi bir hikaye izleyeceğimi düşünmüştüm. Zira yukarıdaki yemek sahnesinde çiftimiz için birbirlerini önceden hiç tanımıyorlarmış gibi bir atmosfer yaratılmıştı. Sözgelimi Chris,
“Ben de beş erkekten dokuz çocuk doğurmak isterdim.” deyiveriyor ve Tony’nin tepkili bakışları ile karşılaşıyor. Ya da Chris kocasına çocuklarına babalık etmeyen bir sanatçı hakkında ne düşündüğünü soruyor ve Tony kaçamak yanıt veriyor.
Film bu şekilde devam etseydi kahramanlarımızın, ikisi de sinemacı olmalarına rağmen, birbirini yeterince tanımadan evlendiklerini düşünecektik. Ben, şahsen Bergman’ın filmlerine paralel olarak kendi ilişkilerini sorgulamalarından ve ikisinin arasında amansız karı koca kavgalarının yaşanacağından korkmuştum. Fakat yönetmen Mia Hansen-Løve Bergman’ın yaptığının aynısını yaparak tekrara düşmüyor. Daha az nevrotik, daha dengeli kahramanlar üzerinde çalışıyor. Kahramanlarının iç dünyasına daha kendine özgü, kadınsı, yumuşak bir ışık demetinden bakmayı başarıyor.
Chris hem anaç hem de bağımsız kadın. Sözgelimi “biz bu boşanan çiftin yatağında yatmayalım” diyerek evliliğini korumak istediğini kocası Tony’den önce belirtiyor. Yine Chris, Tony’den daha duyarlı. Sorguladığı meseleler izleyiciyi düşündürüyor: Bir sanatçının ailesiyle, çocukları ile ilişkisi. Bergman’ın kızlarından birini yıllar boyunca hiç görmemiş olması. Toplumun kadından bekledikleri…
Sanatçının en yakınları ile olan ilişkisi, filmin önemli meselelerinden biri. Özgürlük mü sadakat mi sorusu bu filmde seyiriciye anımsatılıyor. Bu noktada sanatçının (en azından bu film için Bergman’ın) çoğunlukla hayatının en yakınındaki kimseleri ihmal ettiği gerçeğine varıyoruz. Bu da Chris’i üzüyor zira sevdiği sanatçının çevresi tarafından da sevilen biri olmasını istiyor.
(Burada hemen aklımıza gelen bir soru: Kişi en yakınlarındakine zarar veriyorsa, onları incitmişse, iyi bir eş, iyi bir baba/anne olamamışsa, büyük eserler vermiş olması onu affettirir mi?)
Bergman Adası Tony’den çok Chris’in bakışı üzerinden anlatılmış. İlk on dakikadan sonra filmi çeken kameraya kadın eli değdiğini hissediyorsunuz. Tony daha düz. Daha az kırılgan. Chris ise naif. Bergman evini gördüğünden beri huzursuz. Özellikle Tony’nin çalışmalarını, notlarını, çizimlerini incelediğinde huzursuzluğu daha da artıyor. Tony’nin çalışma notları, erkeği iktidar sahibi olarak gören, kadının ise ona hizmet ettiğini, arzuların yanıt vermekle yükümlü olduğunu gösteren görsellerle dolu. Kadına biçilen bu hizmetkar rolü gerçekten onun doğasında mı var yoksa bu toplumsal bir kabul mü?
Chris’in bu keşfinden hemen sonra karı koca birlikte bir Bergman filmi izliyorlar: Çığlıklar ve Fısıltılar. Tony’nin Bergman için neden karanlık filmler yaptığı sorusuna yanıtı, yönetmenin içindeki karanlığa bakması, onu keşfetmek istemiş olması. Tony’nin de yazdıklarında, çizdiklerinde kendi içindeki karanlığa baktığını görebiliyoruz.
Chris yeni bir erkekle tanıştığında ondan hoşlansa bile aklından Tony’yi çıkarmıyor ve ona verdiği sözü tutmak istiyor. Genç delikanlı ile sohbetinde kadının yapmaktan hoşlanmadığı şeyleri de adam için yaptığını görüyoruz. Oysa Tony daha bencil. İzleyecekleri filmi seçerken bile kendi istediğinde diretiyor.
Chris, Bergman turistik turuna Tony ile katılmayıp yeni tanıştığı delikanlı ile buluşuyor. Bunun sonucunda da turda görülecek yerleri kaçırmış oluyor. Bir şeyi tercih etmek diğer başka bir şeylerden mahrum kalmak demek. Aynı Bergman’ın ailesinden, çocuklarından uzak kalması gibi.
Gelelim hikaye içinde hikayeye. Chris yazmakta olduğu senaryodan Tony’ye bahsederken biz de kadının aklından geçenleri izliyoruz. Chris, hikâyesinde kendi anılarından yola çıkıyor. Bu ikinci hikayede sevgilinin paylaşılıp paylaşılamaması, insanın iyi ve kötü halleri, iyilik ve kötülük meselesinin göreceliliği, karşılık ve değer görmek, aile;, eşlere, sevgilere, çocuklara duyulan sevginin farklılığı gibi temalar işlenir.
Filmde Amy’nin delikanlı ile oynadığı taşlı oyunun Yedinci Mühür filmine gönderme yaptığını düşünüyorum. Amy birden oyunun kurallarını işine geldiği şekilde değiştiriverince erkek arkadaşı tepki gösteriyor.
“Amy’nin kuralları. Amy kazansın diye. Amy için… Bilemiyorum.”
Amy, Chris’in hayali kahramanı Chris’den başkası değil. Amy’nin eski sevgilisi, belki de Chris’in eski sevgilisi. Hayallerimiz, biziz. Sevdiklerimizi bizim görmek, inanmak istediğimiz kişilikleri ile seviyoruz. Bu nedenle onlar tarafından az sevildiğimizde, “ikinci” sıraya konduğumuzda büyük hayal kırıklıkları yaşıyoruz.
Mia Hansen-Løve bu filminde kadın erkek ayrımı gözetmeden insanın iç dünyasına ışık tutuyor.
edebiyathaber.net (5 Ağustos 2024)