Edebiyatımızın usta kalemi Mario Levi’nin yedi kitaplık İstanbul serisi “Gördüklerimiz Göremediklerimiz”in dördüncü kitabı “Pazarın Yalnızları Beyoğlu”, “hiç bitmemeye yemin eden” hikâyelerin sahibi Beyoğlu’nda bir gezintiye çıkarıyor okuru. Gezinti uzun, mevzu derin, baştan söyleyelim…
Uzun uzadıya Beyoğlu güzellemesi yapmaya gerek yok. Orada doğan, dolaşmaya, turlamaya, takılmaya çıkan, günübirlik de olsa bir geziyle gelen herkesin zihninde, kalbinde bir Beyoğlu “hikâyesi” vardır. “Hatıra” ya da “anı”yı bilerek kullanmadım çünkü Beyoğlu, bir “hatıra” veya “anı”dan ziyade “hikâye” bırakır insanda. Sonu olmayan “hikâyeler”dir üstelik bunlar. Mekân sonsuzdur, zaman sonsuzdur, insan sonsuzdur… Beyoğlu üzerine her ne kadar yazılmamış yazı, söylenmemiş söz kalmamış gibi olsa da her köşe başı, her sokak, her surat olası bir “hikâye” barındırır içinde. Ve herkesin Beyoğlu’su kendinedir. Türk edebiyatının usta kalemi Mario Levi’nin gönlünde de bir Beyoğlu varmış. Bunu, Everest Yayınları’ndan yedi kitaplık bir İstanbul kitapları serisi, “Gördüklerimiz Göremediklerimiz”in dördüncü kitabı “Pazarın Yalnızları Beyoğlu”ndan öğreniyoruz. Levi’nin tam da Beyoğlu’na yakışır şekilde kitabına konuk ettiği “beş benzemez”in Beyoğlu sayesinde birbirine bağlanışını anlattığı kitap, olmayanı olduran edebiyatı ve yaşanmayacak olanı yaşatan Beyoğlu’nu bir araya getiriyor.
“Hiçbir hikâye bitmezdi de aslında, ondan mı? Belki. Beyoğlu hep kendini doğururdu ayrıca. Onca masalcıyı, şairi, ressamı, maceracıyı, yabancı gezgini ve kendini yabancı hissedeni, orospuyu, yalnızı, aylağı, kafasızı, umut tacirini, pezevengi, yemek ve alkol düşkününü, ibneyi, kaçağı, oyuncuyu, ruh hastasını, gönül yarası taşıyanı, isyankârı, sinema, kitap ve tiyatro tutkununu, hatta delisini, gerçek deliyi, esrarkeşi, züppeyi, hatıralarına tutsağı, zengini, fakiri, hayalperesti, çapkını, sefihi, terk edeni veya terk edileni, pusulasını kaybedeni, sığınmacıyı, fotoğrafçıyı, dindarı, dinsizi, evsizi çeker, barındırır mıydı aksi halde?” diye soruyor Levi kitabın girişinde. Barındırmazdı elbette. Yazarın birer pamuk ipliğiyle bıçak sırtında yürüttüğü karakterlerine de bu sayede sayfalarını açıyor zaten Beyoğlu. Yoksa kim görmek ister çirkinin de çirkini Necmiye’yi, udunu en harbisinden konuşturan Şerafettin Bey’in yanında? O Şerafettin Bey ki, memuriyet zamanında ölülerin kaydını deftere geçmekle mükellefmiş, onun sanatını başkaları kayda geçmez mi? Ya da bir Pazar boğulmasında kendini İstiklal Caddesi’ne atıp, devrim şarkıları söyleyen klarnetçi ve sazcı çocuğu görüp de “umudun kedere” nasıl dönüştüğüne tanıklık eden, dünyayı değiştiremeyen ama dünyanın da onu değiştiremediği “eski tüfek” Fevzi. O anda, o yamuk yumuk taşlar üzerinde onu gırtlaklamak isteyen kaç kişi yanından habersizce geçmektedir? Belki şuradaki adam da iki fiske patlamıştır zamanında Fevzi’ye “anarşik” diye. Geçmiş zaman, kim bilir? Ya Lamia Hanım? “Artık onların esamisi yok” diyenlere inat, o da kendi Beyoğlu’nu nasıl diri tutardı, Beyoğlu onu, o yaşında hâlâ sahiplenmese? Bir yandan “Güzel Günler Göreceğiz”i söyleyen diğer yandan nerede akşam orada sabah takılan, düşünceleriyle yaşamları bu kadar zıt, sazcı ve klarnetçi çocuğu Beyoğlu’ndan başka neresi hoş görebilirdi? Ta Kanada’dan “babasının çocukluğunu” görmeye gelen Mary Yasmin için artık bozulmuş da olsa o “çocukluğu” hangi “mekân” saklardı? Beyoğlu, bitmeyen hikâyelerin yazıldığı yer değilse nedir ki?
Girişte “herkesin bir Beyoğlu hikâyesi vardır” yazmıştım. Mario Levi de “Pazarın Yalnızları Beyoğlu”nda bu “hikâyelerden” esasında çok şey anlatan ufak bir “kesit” sunuyor sadece. Ama o “kesitleri” tükenmeyen dinleme ve anlatma isteğiyle bir nehre dönüştürüyor ve okuru da o nehrin peşinden sürüklüyor nerede, nereye bağlanacağını bilmeden. Yazarın kendi çektiği fotoğraflarının da birer “meze” olarak eşlik ettiği kitap, Levi’nin tıpkı anlattığı “mekân” gibi bitmek bilmeyen bir derya bırakıyor ardında.
edebiyathaber.net (14 Şubat 2023)