Beyoğlu’nun yitirilen sinemaları | Rıza Oylum

Temmuz 12, 2016

Beyoğlu’nun yitirilen sinemaları | Rıza Oylum

sinemaBeyoğlu’nun yitirilen kitabevleri” yazısından sonra Beyoğlu ve Kadıköy’den yılların sinema salonlarının kapanmanın eşiğe gelmelerinin haberlerini okumaya başladık. Kadıköy Rexx Sineması’nın işletmecisi mülk sahibiyle güç bela anlaşmaya varmış görünüyor. Beyoğlu Sineması içinse yapımcılar filmlerini bir hafta bedelsiz oynatma kararı aldılar. Bu karamsar tablonun vesilesiyle tarihe bir not daha düşüp son 10-15 yıllık süreçte Beyoğlu’nun yitirilen sinema salonlarını da hatırlayalım.

İstiklal’in girişinde solda yer alan Lale Sineması 1954’te ilk film gösterimlerine başlamış, yaklaşık 50 yıl sinemaseverlere hizmet verdikten sonra 2000’de kapanmıştı. Kapanmasına yakın ortaokulda sınıfça sinemaya götürülmüş ve Lale Sineması’nda Titanik filmini izlemiştik. Şimdilerde toplu halde öğrenciler sinemaya götürülüyor mu bilemiyorum. Salon yıkılmış değil. Giriş kattaki mağazanın mekânını büyütmesinden sonra sinema salonu hizmet vermemeye başladı.

Lale Sineması’nı geçtikten sonra aşağıya doğru inerken sol sırada bulunan Alkazar Sineması da Cumhuriyet’le yaşıt bir mekândı. 2010’da perdelerini indirdi. Geçmişinde 1970’lerden 90’ların başına kadar seks filmleri oynatırmış. Doksanların başında el değiştirdi. Benim yetiştiğim dönemde Avrupa filmlerine ağırlık veren, heybetli yapısıyla saygın bir sinemaydı. Kapanırken sinemanın yönetiminin yayınladığı açıklama manidardır. Kapatmak zorunda oldukları için sinema müdavimlerinden özür dileyen yönetim, kendileri dışındaki aktörleri de hatırlatmış: “Sinema salonlarına bırakınız en küçük destek vermeyi, sinemaları birer sanat mekanı değil, eğlence mekanı olarak görüp olağan vergisel yükümlülüklerinin yanı sıra ayrıca bir de eğlence vergisi adıyla ek yükümlülük getiren, sinema salonlarını Amerikan film endüstrisinin popüler, ticari filmlerine mahkum eden merkezi yönetim, Kültür Bakanlığı, Belediye yönetimleri adına sizlerden özür diliyoruz.”( http://www.ntv.com.tr/turkiye/alkazar-veda-ediyor,FKc-Dx8ujEKRpgzgRk3NFA?_ref=infinite)

Sağ sırada uzun süre seks filmleri oynatan Rüya Sineması vardı. 2009’da yeniden yapılandırılıp “Normal” filmlerin gösterildiği bir sinema salonu haline getirildi. O yılın İstanbul Film Festivali gösterimlerinin yapıldığı sinemalardan biri de Yeni Rüya Sineması’ydı. İlk defa bu vesileyle içini görme imkânı edinmek mümkün olmuştu. Büyük ve eğimin az olduğu bir salon olduğunu hatırlıyorum. Ne yazık ki seks filmleri göstererek geçen on yıllardan sonra sanat filmleri Rüya Sineması’na iyi gelmedi. 1 yıl sonra 2010’da kapandı. Bina kentsel dönüşümle yenilenecekti.

Nazım’ın “Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen” dizelerini yazdığı Ağa Cami’nin sokağına girince iki karşılıklı sinema karşılardı sizi. Emek ve Sinepop sinemaları. Emek Sineması’nın durumu malum. Biz yine de hatırlatalım. Devletin malına çöken bir şirket sinemanın bulunduğu yapıyı kaçak olarak yıkıp Emek Sineması’nın 2010’da kapanmasına neden oldu. Sonra da 2016’da “ben sinemayı taşıdım” deyip kondurduğu AVM’nin üst katına bir sinema yaptı. “Aha” dedi “Emek budur.” Emek Sineması; taşlar, koltuklar vs değil bir ruhtur. Yıllarca gidip geldiğimiz, festival bileti için önünde kuyrukta beklediğimiz, broşürler okuduğumuz yerdir. Festivalde filme sponsor olan bira şirketinin filmin çıkışında dağıttığı biranın hatırıdır.

Sinemanın kapısının yanında ufak bir büfe vardı. Orada bulunan yaşlı bir kadın beyaz, tek kapılı, ev tipi buzdolabında soğuttuğu sulardan satardı festivalin bilet kuyruğunda bekleyenlere. “Sinemayı taşıdım” diyenler, o yaşlı kadını ve onun ev tipi tek kapılı beyaz buzdolabını da taşıdılar mı o ticaret merkezlerine? Mekânların ruhu vardır. İnsanlardan mekânlara geçer. Koridorlarına yayılır, duvarlarına işler. En eski sinemalardan biri olan Emek’in de bir ruhu vardı. Ve ruhlar taşınmaz, anılar, hatıralar, yeni mekânlara intikal etmez. Ne kadar reklâm, pr, araya hatırlı dostlar vs koyulunca da bir şey değişmez. Her şey satılık değil. Ben 93 yılında küçük bir çocukken şimdi 73 yaşında olan babamla film izlemiştim Emek’te. Bana tahta sıralarda Sürü filmini nasıl izlediğini anlatmıştı o gün. Ben çocuğumla o salonda film izlemek, ona dedesinden bahsetmek isterdim. Bunlar taşınacak hatıralar değil.

Emek Sineması’nın karşısında Sinepop Sineması vardı. Girişinde bir bowling salonu olan tek sinemaydı. Büyük bir sahnesi vardı. Ağır Roman’ı orada izlediğimi hatırlıyorum. Çok sevdiğim İtalyan filmi Abim Evin Tek Çocuğu filmini de Sinepop Sineması’nda izlemiştim. 2012’de artık oynamıyorum diyerek ışıklarını söndürdü.

Galatasaray’dan sonra İstiklal Caddesi’nde sadece bir sinema kalmıştı: Elhamra Sineması. Cumhuriyet’le yaşıt bir sinema olarak Atatürk’ü de iki sefer konuk etmiş tarihi bir mekândı. Benim yetiştiğim zamanda Elhamra, seks filmleri oynatan bir sinemaydı. Bir sefer girmeye çalışıp da kapısından püskürtüldüğümü hatırlıyorum. Oysa alsalardı 15 yaşımda biraz ahlakım bozulacaktı ama tarihi bir sinemayı yok olmadan önce görme fırsatı edinecektim. Ergen sancılarıyla sinemanın mimarisiyle ne kadar ilgilenirdim bilemiyorum ama içini göremeden 1999’da çıkan bir yangınla Elhamra Sineması kül oldu. Şimdi yerinde bir gece kulübü var.

Seks filmleri oynatan sinemalardan dem vurmaya başladıysak türkü bar sokağı olarak bilinen Hasnun Galip Sokak’ta yer alan Dilbazlar Sineması’nı da analım. 2013’te kapandı. Bir yerli bir yabancı film yayınlayan sinema, normal filmler göstermeye evrilmeden yok oldu. Rüya, Dilbazlar ve halen aktif olan Ayhan Işık Sokak’taki Cinemajestic Sineması üç kuşaktır sinemacı olan Dilbaz ailesinin sinemalarıdır. Sinemanın bulunduğu bina kendilerinin olduğu için sinemayı yaşattıklarını söylerler röportajlarında. Cinemajestic, Atlas ve Beyoğlu Sineması’yla birlikte sayılı bireysel sinemalardan biri artık.

Beyoğlu’nun biraz dışına çıkacak olursak kapanan iki sinemadan daha bahsedebiliriz. Biri Ortaköy’deki Feriye Sineması’dır. Deniz gören bir sinema salonu olarak İstanbul’un en özel sinema mabetlerinden biriydi kuşkusuz. Çırağan Sarayı’nın yapımı kapsamında inşa edilen yapı o dönem karakol olarak hizmet veren kompleks yapının bir parçasıymış. Tarihi özelliklerini yitirmeden 1996’da açılan sinema, 2008’de ilk defa kapanmış, 2012’de yeniden perdelerini açmıştı. Ne var ki bu “merhaba” uzun soluklu olmadı. 2016’nın başında gösterimlerini durdurdu. Artık sadece özel gösterimlerde ve İstanbul Film Festivali kapsamında hizmet veriyor.

Osmanbey’deki İnci Sineması da yakın dönemde yitirilen sinemalardan biri. 1940’larda inşa edilen sinema, uzun yıllar sadece Türk filmlerinin gösterildiği önemli bir merkez olmuş. 90’lardan sonra seks filmlerinin gösterildiği bir sinemaya dönüşmüştü. Türk sineması tarihi adına önemli bir özelliği olan mekân, Osmanbey-Mecdiyeköy hattındaki neredeyse bütün sinemaların uğradığı akıbetten kurtulamayarak, (Site-Kent-Gazi üçlemesinden geriye sadece Gazi Sineması kaldı) mahkemelik olan yasadışı bir kıyımla yok edildi. Tarihi bir yapı olmasına ve arazide tarihi eserler çıkmasına rağmen otel ve AVM derdine dümdüz edildi.

Hayat giderek görselleşiyor ve her yıl üretilen film sayıları artıyorken, geleneksel sinemalar bir bir kapanmaya devam ediyor. Kuşkusuz bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Filmlerin insanlara ulaşma yolları değişiyor. Ancak tarihi yapılar, yüz yıllık sinemalar bu denli pervasızca yok edilmemeliydi. Kısa süre sonra tarihi özelliği olan yapılar, mekânlar kalmayacak. Ruhsuz, kimliksiz bir coğrafya olmaya doğru koşar adım gidiyoruz. Yitirilen kitabevleri yazımda; “Hâlihazırdaki zaman aralığının ismi Muhafazakârlık olsa da memleketin gidişatına yön verenler Muhafazakârlığın, etimolojik kökenindeki “muhafaza”yı değil de morfolojik parçası olan “kâr”ı muhafaza etmeye önem veriyor.” demiştim. Ancak sinemalar için muhalefet partisinin de İstanbul’da yönettiği 14 belediyede kültürel dönüşüme karşı nasıl mücadele ettiklerini sormamız gerektiğini düşünüyorum. 14 belediyenin hepsinde var olan çok amaçlı salonlar neden bir sinema ağına dönüştürülmez? Salon bulamayan filmler, belgeseller, kısa filmler neden el yordamıyla değil de haftalık programlarla düzenli olarak gösterimleri sağlanmaz? İran’da, Almanya’da ve Fransa’da bu yaklaşımla salonların kullanıldığını biliyorum. Bu soruları dillendirmeli, tartışma imkânları yaratmalıyız. Tektipleşmeye karşı; bireyselliğin, yerelliğin, kültürel zenginliklerin çoğulcu bir yaklaşımla devamını sağlayacak yolları düşünmeliyiz.

Rıza Oylum – edebiyathaber.net (12 Temmuz 2016)

Yorum yapın