Yazarın mirası yakın çevresini aşar. Çünkü onun metinleri vardır ve onların ulaştığı okurlar. Okur için yazarın kaybı, bir şekilde kendisine ulaşmış ve dokunmuşsa onu önce acıyla karşı karşıya bırakır, sonrasında ise duygunun yönü bıraktığı metinlere kayar. Raftan alınır kitaplar, altı çizili sayfalara göz gezdirilir, okunma ânına gidilir. Belleğin saklı köşesindeki sandık açılır, etrafa yaşam izleri saçılır. Anneannelerin, annelerin naftalin kokulu sandıklarının insanı götürdüğü bir yer vardır ya onun gibi bir etkilenme oluşur. Eğer, tutkulu bir okuruysanız kaybettiğiniz yazarın, bıraktığı her şeye ayrı bir anlam yüklersiniz. O nedenle yazarların bıraktıkları önemlidir ona dair tüm metinler, onun ardından söylenenler, daha önce gün yüzüne çıkmamış yazılar, metinlerine dair eleştiriler, söyleşiler, tanıklıklar, anekdotlar hepsi bir bütünün parçaları olarak, yazara dair hâfızanın bir parçasıdır.
Geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından ikinci baskısı yapılan, “Bilge Karasu Aramızda” adlı kitap, girişte bahsettiğimiz yazar belleği ile ilişkili bir metin. Füsun Akatlı ve Müge Gürsoy Sökmen tarafından hazırlanan kitap, bizi Bilge Karasu’ya dair pek çok içerikle buluştururken, başlığının da hatırlattığı gibi, yazarı aramızda dolaştırıyor. Söyleşiler, çağrışımlar, anımsamalar, metinlerine dair yazılar, ardından yakılan ağıtlar, şiirler, anılar, izler… Kısacası yazarın takipçilerini ve onu yeni tanıyacakları bir araya getirebilecek bir metinle karşı karşıyayız. Çünkü bu kitap, onu yeni tanıyacak okur için bir giriş metni, kendisiyle, metinleriyle haşır neşir olmuş okur için ise anımsama, önceden okuduğu metinlere geri dönme, Bilge Karasu’ya bir kere daha farklı açılardan bakma imkânı sunan bir yerde duruyor. Bir de aklıma Füsun Akatlı’nın şu cümlelerini getirdi, “Bilge, ölümünü “ütülü bir mendil gibi” hep cebinde taşıyan bir insandı. Başladığı her yazıyı, her kitabı, bitiremeden ölmesi olasılığına karşı; sanki benim ondan çok yaşayacağımın garantisi varmış gibi, bana emanet ede ede yaşadı. Büyütemeden terk etmek zorunda kalacağı evladını, kurda kuşa yem olmasın diye, dostuna emanet eden sorumlu baba tedirginliğiyle…”[1] Bilge Karasu’nun okuruna ve dostlarına titizlikle emanet ettiği mirasına, onun yazar kimliğinin yanı sıra insani tarafı üzerinden de eklenen bu metin, bence “ütülü bir mendil gibi” bize onu taşıtacak ve ona daha da yaklaştıracak bir kitap.
“Bilge Karasu Aramızda” kitabı, Mustafa Arslantunalı’nın “Bitmemiş Bir Konuşmadan” adlı söyleşi metni ile başlıyor. Ancak bu metin sıradan bir soru-cevap söyleşisi olmadığı ekleyelim. Çünkü bu metinde, Karasu’nun yazmak, felsefe, okumak, musiki, aşk, korku, çeviri gibi pek çok konuda fikirleri ile buluşuyoruz. Mesela, yazıya dair şöyle söylüyor Karasu: “Yazı benim için başka her türlü işi unutturan bir iş. Mesela pek çok insanda anladığım kadarıyla yazı başka işlerin yanı sıra yürüyebilen bir iş. Yazıyı ben böyle düşünmedim, hâlâ da düşünmüyorum. Bir not, yazılı bir not, ne olursa olsun, tek başına durabilecek bir şey değil benim için. Yani yazı her zaman belli bir yapının hazırlık çalışmasıdır. Bilmiyorum pek iyi anlatamadım, bu çok özel bir şey gibi görünüyor gözüme.” Bilge Karasu denince kafamda şöyle bir imaj beliriyor, masasına oturmuş, gözlüğünü hafifçe burnundan kaydırmış, ortalığa saçılmış notlarla bir şeyler inşa etmeye çalışan, titiz bir insan. Titiz bir edebiyat işçisi çünkü onun metinlerinde dilin, anlatının, her imgenin bir şeyin parçası olarak tek tek üzerine çalışılarak metne yerleştiğini düşünüyorum. Bu nedenle bizi bir yerden başka bir yere götüren, metnin içinde salınıp, anlam denizinden bir parça yakalamaya çalıştığımız bir okuma deneyimi ile buluşuyoruz ona her temas ettiğimizde. Diyor ya “yazılı bir not, ne olursa olsun, tek başına durabilecek bir şey değil benim için” işte, onları bir araya getirmek, bir bina inşa eder gibi ama her tuğlanın şeyler arasında bir anlamı olduğunu bilerek yazmak, sanırım Karasu böyle bir yazardı. Ve o nedenle de yazı onun için “başka her türlü işi unutturan” bir yerde duruyordu.
Karasu’nun “yazmak” ile ilgili söylediği cümleler aslında pek çok tartışmaya da kapı aralıyor mesela, her şey yazıya konu olur mu? Karasu için, bu sorunun cevabı ne olabilirdi diye düşündüğümüzde sanırım şu cümleler bize yardımcı olabilir: “Şimdi ben birçok şey düşünüyor, konuşuyor olabilirim, bunları yazmaya değer görmüyorum her zaman; yazımın içinde göremiyorum. Zaten o yüzden konuşuyoruz ya…” Aynı söyleşide Karasu farklı konulara değiniyor, onlara karşılık olarak bu cümleyi kuruyor ama bu cümlenin bize söylediği bir şey var ki o da her şeyin bir yazı nesnesi olamayacağı en azından Karasu özelinde bunu söyleyebiliriz. Çünkü konuşma diline gelen her şey yazı diline gelmeyebilir. Yazmak bu nedenle meşakkatli bir eylem değil midir zaten, aklımıza gelen her şey yazıya konu olabilse de onu yazıyla ifade etmek, konuşma dilinin sunduğu imkânların çok azını içinde barındırır. Bu nedenle konuşmanın konusu olan her şey, her zaman bir yazının konusu olamayabilir.
Peki ya okumak, Bilge Karasu için ne anlama geliyordu, bu konudaki fikirlerini şöyle ifade ediyor yazar: “Durmadan okumaktan söz ediliyor. Evet, ben de bir ömür boyu bunu yaptım, (gülerek) durmadan okudum ama, şimdi düşünüyorum, durmadan okumak yani bir takım kitapları okumuş olarak rafa kaldırmak, bir yerlere yerleştirmek, şunları okudum demek mi amaç? Olmasa gerek.” “Olmasa gerek” gerçekten de metinler okumak için ama en çok da bir anlamın izini üzerimizde taşımak için var bana kalırsa. Bilmekten, edinilen bilgiyi başkasına bildirmek için bir güç odağına dönüşmekten çok dünya içerisindeki “oluş” sürecimizde bize yanımızda taşıyabileceğimiz ipuçları vermek için, hayata ve dünyaya dair olanı sorgulamak, kendi varoluş krizlerimizde kulağımıza bir şeyler söylemek için var, başka olana temas etmemizi sağlamak, “yabancı”yı tanıdık hâle getirmek için var, yani “okumuş olmak için, rafa kaldırmak” için değil. Yine Karasu’nun cümlenin devamında söylediği gibi: “Bütün bunlar bize bir şeyler düşündürecek, bir şeyler gösterecek, bir şeyler anlatacak, kendi kendimizi belki daha iyi anlayacağız, hem kendimizi belki daha iyi tanıyabileceğiz, kendi kendimizi derken ille kendimizden söz etmek de istemiyorum, kendimizi, dünyamızı, dünyayı, oyunları, ilişkileri, başkalarının aracılığıyla ya da başkalarının yardımıyla tanımlamak çok önemli…” Yani okuduğumuz metinlerin çokça işlevi var esasen, bu nedenle işte okumak ile kitabı bir nesne olarak görmek arasında belirgin bir fark ortaya çıkıyor.
Açıkçası bu yazıya başlarken, kafamda metnin içerisinden söz edebileceğim bir sürü detay ile oturmuştum yazı masasına, ama bazı yazılar yolunu kendi buluyor, Mustafa Arslantunalı’nın söyleşi metni yazıyı biçimleyiverdi. Sanıyorum konu bir yazar olunca ve bu isim Bilge Karasu ise insan yazmak, okumak gibi meselelerin onun gözünden anlamlarına bakmayı önemsiyor, kendiniz de okuma yazma kaygısı taşıyorsanız “usta” olarak gördüğünüz, her metninin üzerinizde ayrı yeri olan bir yazarın, sizin de içinde bulunduğunuz durumlara dair söylemi, ilginizi o yöne çeviriyor.
Bu çok farklı içerikleri bir araya getiren metnin bir yaptığı da bizi yazar, okur kimliğinin dışında insan Bilge Karasu ile tanıştırması ki, bahsetmeden geçilemeyecek bir durum. Kurduğu ilişkiler, dostluklar, özellikle ardından yazılan metinlerde hissedilen sevginin yansıdığı hüzün bize onun hakkında çok şey anlatıyor. Kitapta, Nezihe Meriç’in “Mektup” adlı metninde söylediği gibi: “Anılardır insanların en çok ilgisini çeken, akılda kalan, günlük yaşamın içinde onu biçimlendiren ilişkiler, eylemler vb’dir, yoksa edebi kişiliğiymiş, sanatının değerlendirilmesiymiş falan falan başkalarının işidir derdik. Öyle yazmaya çalışıyorum”. İşte bu metin bizi bir de Meriç’in “öyle yazmaya çalışıyorum” dediği durumla buluşturuyor: onun günlük yaşamıyla, karşılaşmalarıyla, ilişkileriyle, dostluklarıyla. Ve böylece onun hayatının kıvrımlarına, yürüdüğü yolların izine, evinde demli çay eşliğinde edilen muhabbetlerin neşesine tanık oluyor ve yazarın yaşamının bir parçası oluyoruz.
“Bilge Karasu Aramızda” kucağında kedisiyle, okurunun hep yaşamında olacak bir dostu, evimizde bir kere daha ağırlama imkânı sunan bir kitap. Ayrıca, Füsun Akatlı’dan Oruç Aruoba’ya, İoanna Kuçuradi’den, Nurdan Gürbilek’e, Gündüz Vassaf’a, Selim İleri’ye, Nezihe Meriç’e, Tomris Uyar’a kadar pek çok isimle, Karasu aracılığıyla bir araya getiriyor okuru. Kitap, yazarın çok yönlü gerçekliğiyle aramıza sızıyor, bize ona dair tanıklık etme imkânı sunuyor. Geriye çokça anı, bilgi, çağrışım ve kafamızda uçuşup duran cümleler kalıyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (28 Ocak 2019)
[1] Karasu, B., (2004), “Lağımlaranası ya da Beyoğlu ‘Gün Battı, Yazık, Arkalarında’”, s. 7, İstanbul: Metis.