Düşte ve sözde yazan biri olmak anlatıcılığın başat yanı.
Yaşantıdan, yaşamdan ağıp gelenlerden esinlenebileceğiniz gibi okuduklarınızdan da devşirdikleriniz sizin düş ve söz yolunuza ışık düşürür.
Bunlarsız yazı/anlatı olmaz mı demek istiyorum?
Evet.
İnsan her ân her şeyi yazabilir, öyküyü yazamaz!
Öykü için bir kıvılcım gerek. Siz buna imge de diyebilirsiniz. O gelir, onu yakalarsınız ve oturup bir solukta yazarsınız.
Öykü uzun zamanlar istemez. Şiir gibidir adeta, zihninizde gezindirdiğiniz imge (ki orada konu/kişi/izlek/mekân vardır, ama mutlaka bunlardan biri) size “yaz” dedirtir bir yerde.
Kimi zamanda o tutunduğunuz imgeyi hayatın bir yerinden yakalarsınız.
Eğer algılarınız açıksa; ve tanık olurken, dinlerken, gözlerken, bunlar zihninizde bir şeylerle bağlantılar kurmaya başlarsaöykü adım adım mayalanıyordur.
Birçok öykümü böyle yazdığımı söyleyebilirim.
En son yazdığım “Gönlümdeki Güz” öyküsü bir öğlen yemeğinde üç kişinin konuşması sonrasında çıktı.
Konuşurken bir iki küçük not almıştım.
Kaldığım otele döndüm. Duş aldım. Alsancak’tan Pasaport’a doğru yürüyüş yapıp imbatı içime çekmek istiyordum. Bundan vazgeçtim, gidip Sevinç Pastanesi’ne oturdum. Hiç durmadan altı bardak çay içerek öyküyü yazıp bitirdim.
Otele döndüğümde ise, yolda düşünüp not aldığım sonu oturup yazdım.
Öykü benim için bitmişti.
Artık sabaha kadar defterimde demlenecekti.
Günün ilk çayını yudumlarken elime renkli bir kalem alıp öyküyü okumaya koyuldum.
Ekleme, çıkarma yerine bir iki küçük düzeltme yaptım. Hepsi bu.
Oktay Akbal’ın Sait Faik’i anlatırken bana söylediği bir söz hep kulağımdadır. Sait Faik dermiş ki; öykü bir oturuşta yazılmalı, bir oturuşta da okunmalı. O, bunu, onun sabırsızlığına verir; kendisinin de öyle yazdığını söylerdi.
Sabırlı olduğumu söyleyebilirim. Gene de, ben de, öykünün öyle yazıldığına/ okunduğuna inananlardanım.
Öykü yazılırken kurulur, roman düşünülüp tasarlanarak.
Öykü hissettirendir, roman gösteren.
Öykünün kurgusu elmanın içindeki besin (tat/lezzet) gibidir. Ama romanın kurgusu matematik zekâ ve mimari tasarım bilmeyi gerektirir.
Öyküyü kurup eylerken bunları bilmek işinize yarar. Ama bu bilgiyi size taşıyan da yaşamdan öte, asıl okuduklarınızdır.
“Kaplıcada Son Yaz” adını verdiğim üçlemeyi tasarlarken belirli birkaç imgeden, duygudan yola çıktığımı söyleyebilirim. Ama bunun zamanla demlene demlene birikip yazılası bir anlatıya dönüşmesi bir hayli zaman almıştı.
Birçok yan okuma çerçevesi çizdiğimi söylemeliyim ilkten. Dönemi/anlatılan konuları ilgilendiren okumaların dışında anlatı/cı sesinin beni taşıyabileceği yerleri görebilmek içindi diğer okumalarım… Bunun içinde yer alan anlatıcıların başında Stendhal geliyordu. Parma Manastırı’nı okuyordum ara ara şurasından burasından.
Platon’un diyalogları, Rilke, ErnstBloch, Lermontov…
Yazdığım konunun çok ötesinde şeyler yazdıklarını düşünsem de; yazmak istediklerimi bana hatırlattıkları, bazı şeyleri de gösterdikleri için onlarla yolculuğum süreduruyordu.
Tam bu dönemeçte, OsipMandelstam’ın bir şiirini (“Yüzyıl”) okudum. Zihnimde yazılmayı bekleyenbir öykü kahramanının imgesini taşıdı bana. Tam da bu imgeyle gezinirken; JackLondon’ın “İstiridye Korsanlarına Baskın” öyküsünü okudum. Öykünün bitiş paragrafını defterime şöyle notladım:
Bildiğini Yazmak
Bir söz barınağı yaratabilirsiniz o zaman.
Jack London’ın “İstiridye Korsanlarına Baskın” öyküsünü okurken bunu daha iyi gözledim.
Öykünün final sözleri daha güzeldi:
“İşte hayal gücünün yaptıkları,” dedi.
“Bir şey gördüğünüzde, hepsini, bütününü görmelisiniz, yoksa görmenin ne anlamı kalır? Deniz kıyısını gördüm, gözden kaçan olmasın diye iki polisi burada bıraktım. Hepsi bu.” (*)
Düş ve gerçek. Hepsi bu bence!
Ötede var olan “hakikat”i görmek, kavramak yeterli. Siz sonrasını hayal gücünüz, bilginiz ve yaşantı zenginliğinizle kurabiliyorsunuz.
Yaşarken, tanık olurken resmin bütününü görme yetisinin bir anlatıcının vazgeçilmezi olduğunu da unutmamak gerekir.
__________
(*) Jack London, Meksikalı; Çev.: Şemsa Yeğin, 2016, Can Yay., 181 s.
edebiyathaber.net (25 Ocak 2021)