“İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Eğer okuduğumuz bir kitap kafamıza vuracağı bir yumrukla bizi sarsmazsa neden oturup okuyalım o kitabı?” diye sorar arkadaşı Oskar Pollak’a, Kafka. Hüseyin Kıran bir adım daha ileri gider ve “Yeryüzünün yüzüne karşı, bir şarjör mermi boşaltmıyorsa bir yazar, hiçbir iş yapmıyor demektir!” der. Resul’ün bende yarattığı etki, buna benzer bir şeydi. Dipten gelen kuvvetli bir sarsıntı, bilinci alt üst eden tuhaf bir silkelenme, mideye kramplar sokan ince bir sızı… Ve bu kadar geç okumanın getirdiği kırgın bir hayıflanma. Kitap 2006’da yayımlanmış, ben 2018’de okudum. Ne büyük bir kayıp! dedim kendime. Türk Edebiyatı’nın en ayrıksı, en özgün kitaplarından birini bu kadar geç tanımış olmam, sıkı bir okur olduğunu düşünen benim için ne büyük bir hayal kırıklığı! Sevindim bir yandan da; iyi yazan bir yazarla ve iyi bir romanla, geç de olsa, karşılaştığım için. O övmekten yerlere göklere konulamayan kitapları alıp okuyup ya da okuyamayıp bir kenara koyduktan sonra yaşadığım onca hayal kırıklığından sonra, ilaç gibi geldi Resul. Sağlam bir yazarla ve nitelikli bir metinle buluşmak, okuyan ve yazan biri için hediyelerin en değerlisi olsa gerek. Hemen ardından diğer kitaplarını okumaya başladım Hüseyin Kıran’ın. Hepsi farklı, hepsi önemli metinler ama benim için Resul, hepsinden öte bir başyapıt diyebilirim.
Peki nedir Resul’ü Hüseyin Kıran’ın diğer romanlarından ya da diğer yazarların romanlarından ayıran özellik? Ronald Barthes’nin sözleriyle yanıt vereyim. “Hoşa gitmenin apaçıklığı, nedenini söyleyememe, büyülenme, yorumun yokluğu, hafifçe değme, şehvet uyandırıcı bir sürtünme…” Romanın Hazırlanışı, adlı eserinde böyle anlatır iyi bir romandan beklentisini Barthes ve devam eder. “Bir parçacık yazı insanı dünyadan ayırır, çok yazı insanı dünyaya döndürür. ” İşte böyle bir tat bıraktı bende Resul. Elbette acısı, tatlısı, ekşisi olur tadın. Acısı epey fazlaydı diyelim. Yeri gelmişken, bir acıdan kaçış hikâyesi de diyebiliriz roman için. Resul’ün tüm bedenini, bilincini saran ve biteviye devam eden fiziksel ve ruhsal acılardan kurtulmak için verdiği mücadelenin öyküsüdür anlatılan. Bilinçli değil, tamamen içgüdüsel bir karşı koyuştur bu. Parçalanmış bilinç, parçalanmış beden, parçalanmış zaman, parçalanmış mekân ve elbette parçalanmış dil. Paramparça bir metinle karşı karşıya kalır okur. Başı yok, sonu yok, kronolojik bir çizgi yok ve aktarılan her şey bölük pörçük. Sanrılı bir düş ya da reddedilen bir hâkikat. Romanda sık sık adı geçen o korkunç Daire gibi, sürekli kendi etrafında dönen, döndükçe tükenen bir varoluş. Bir türlü çıkamama o Daire’den, kaçıp kurtulamama, silinip yok olamama, şiddetle dünyaya maruz kalma hâli.
Resul bir itiraz romanı. Fakat sadece içeriye, Daire’ye, işkencehaneye değil, aynı zamanda dış dünyaya, aileye, insanlığa da bir itiraz. Kötülüğün ne’liğini sorgulatır okuyucuya. Hannah Arend’in deyimiyle “kötülüğün sıradanlığını” Daire’de yani içeride, akla hayale gelmez işkenceler gören Resul, dışarıya çıkar çıkmaz işkence yapmaktan geri kalmaz. Kendinden başlayarak gücü yettiği herkese şiddet uygulamaya başlar. Köpekler, karıncalar, kertenkeleler dahil. Çünkü acının o dayanılmaz tadını, kanın o başdöndüren kokusu tatmıştır Resul. Çünkü güce şahit olan güce başvurur, şiddet gören şiddet uygular, ezilen bir gün iktidara geldiğinde ezer. Ve gücün yegâne kaynağı, Daire’dir. Farkında olsak da olmasak da o dairenin içindeyizdir hepimiz. Ve istese de istemese de, boyun eğer insan ona. Eğmezse, zorla eğdirilir. Kanını dökerek, bedenini parçalayarak, tecavüz ederek, gözünü bağlayarak, aşağılayarak, hakaret ederek, yok sayarak… Yüzyıllardır gücü elinde tutandır onlar ve insana boyun eğdirmenin binlerce yolunu bilirler. Önce güzellikle, sonra zorla, olmadı işkenceyle. Bunların hepsini yaşamıştır Resul ve artık ne yapsa ne etse unutamaz başına gelenleri, susturamaz onlarca parçaya bölünmüş bilincini. Kaçacak başka bir dünya yoktur çünkü, o yüzden gidebileceği tek yere; evine, odasına sığınır. “Kendimi çepeçevre sarmalı, içeri sığılabilecek tek bir oyuk, delik, ince, kıl kadar bir çatlak bile bırakmamalıydım. Kendimi işte bu yolla koruyacaktım. Kendime bir tür barınak yapacaktım.” (S:21)
Etrafını sonsuz sayıda odacıklarla örerek, sınırsız sayıda yere bölünme düşüncesi. Sınırsız sayıda varlığım düşüncesi, sınırsız sayıda yokluğum demektir, der Resul. Ancak bu şekilde, sürekli onu gözetleyen, izleyen, yoklayan, iç organlarına kadar elleyen varlık(lar)dan kurtulacağını düşünür. Bedeni yok etmek mümkündür, peki ya bilinci? İşte onu yok edemeyeceğini anladığı anda tamamen parçalanır Resul ve bir daha asla kendisi olamaz. İşte onun bu yaşadıkları, anlatılamaz olandır, yani dile getirilemez olan. Bu yüzden Resul, hiçbir şey anlatmadan çok şey anlatan bir romandır. O yüzden iyi romandır, hafifçe bir değmedir Barthes’nin deyişiyle, kısacık bir sürtünme.
“Ben Resul, yeryüzünde sadece ben diyebileceğim bir şey yoktu, yoksa böylesine kaybolmazdım. Parçalanarak anladım, ben tamamen başkalarına bağlıyım. Beni öteki insanlara bağlayan bağlar yok olunca ben de yok oluyorum. Kendimi yaslayacak, dayanacak birisi yoksa ben de olamıyorum.” (s:66) İşte bu bir anlık bilişle, atar kendini dışarıya Resul. Madem bedeninden, bilincinden kurtuluş yok o halde tamamen ona teslim olmalıyım der. “Tıpkı düşmandan kurtulmak için ona sarılmak gerektiği gibi” (s:69) Don Kişot gibi şövalye giysilerini giyinir kuşanır takar madalyalarını ve çıkar ininden maceralara atılır. İlk ve tek zaferi, istilâcı bir karınca sürüsüne karşıdır. Binlerce karıncayı öldürür gözünü kırpmadan, hatta tahrik olur yaptığı katliamdan. Sonra genç bir adamla karşılaşır ve evine davet edilir. Bir şövalye olarak davete icabet eder ve kötü bir lahana yemeğini, kahramanlara yakışır bir alçakgönüllükle yer. Sonra fok kadar şişman bir kadınla sevişmeye zorlanır. Onun Dulcinea’sı yani Işıl’ı vardır. Kibarca reddeder teklifi. Ama ilk defa uzun uzun konuşur biriyle, hem de şövalyelere yakışır şiirsel bir dille. Çünkü aciz ve çirkindir kadın. Yıllardır yerinden kıpırdayamıyordur. Uzun uzun anlatır Işıl’ı ve Işıl’ın boğazığına organını daldırdığı Mahir Bey’i. Tam evi terk etmek üzereyken, dayak yer genç adamdan, parayı vermeden gittiği için. “Yine aynı numara. Başkalarını yaralarız, çünkü o yarayı açanın artık hep hatırlanacağını biliriz.” (s:80)
Tekrar parka gider, maceranın başladığı yere. Köpekleri görür ve onlarla birlikte yaşamaya karar verir bir köpek olarak. Sadece işemeli ve koklamalı bir hayat. Mademki bağırtamadığı insanlar bağırtmıştı onu, öfkeyle bakıp dişlemişler, tırmalamışlardı her yanını, mademki içinde binlerce ceset taşıyordu ve unuttuğunu sandığı her şey yavaş yavaş zehirlemişti onu, o halde çıkarmalıydı artık gün yüzüne içindeki saf şiddeti, sonsuz hırsı ve hıncı. Bunu fark ettiğinde içinde kartallar kalkarak çiftleşir köpeklerle. Tohumlarını saça saça. Ve ilk defa kendini bu denli iyi hisseder. “Nihayet, benim. Varlık ancak, bize gömülmüş başkalarının seslerinden, bizde yaşayan diğerlerinden ibaret olan vicdanın kötüleyen tüketici sesinden kurtulmakla mümkün. Mümkün, ey!” (s:85) Bu esrime hali kısa sürer, park bekçisinden bir güzel dayak yedikten sonra koca bir meydanda bulur kendini. Hem göstericilerden hem polisten dayak yer bu defa. Dört ayağı üstünde, arkada kanından izler bırakarak hızla kaçmaya çalışır oradan. Başaramaz, yine yeniden Daire’de alır soluğu.
Uzun işkencelerden sonra tekrar evine sığınır ve son kozunu oynamaya girişir. Daire’nin değil kendi hapishanesinde yaşayacaktır artık. “Mahir Bey’in ve cici annemin, Işıl’ın ve babamın, örümcek kovanımın, bana onca dayağa mal olan köpekleşmemin, dışarıda yuvalanmış lağım fareleri gibi dişli onca insanın, akıllı, bilgili ve deneyimli Daire’nin bulunduğu bu hayata dönemem” (s:101) Kendini bir taşa transfer eder, sabitler bedenini ve bilincini. Bir ağaç gibi kıpırtısız, yerine sabitlenmiş yaşamaktır dileği. İnsan değildir artık Resul, korkmasına gerek kalmamıştır. “Işıl’dı. Anlamıştı nerede olduğumu. Sadece o görebilirdi. Sadece sevgidir bizi güçsüz kılan.” (s:106) Ve yine yakalanır Resul ama bu defa sevgiye yakalanır. Ve yine kaçar Resul, bu defa Mahir Bey’in kafasının içine, insan olarak yaşayan bir hayvanın beynine. Yine bırakmaz Işıl onu, sevgisiyle sarıp sarmalamaya çalışır. Bu denli ilgiye dayanamaz Resul ve delice Işıl’a tutunmak isteyen Resul’ü öfkeyle tutar saçlarından, sürükleyerek pencereden aşağıya atar.
“Böylece, işi bitirmenin huzurunun içime dolmasını beklemeye başladım. Ancak bu o kadar kolay olmayabilir. Çünkü ölmek demek, kurtulmak ve dünyanın tamamen dışına çıkmak değildir.” (s:111)
Ölürken bile dünyadan kurtulamaz Resul. Ne Don Kişot gibi türlü maceralara atıldıktan sonra meczup bir ihtiyar olarak yatağında ölebilir ne de Gregor Samsa gibi faraşla süpürülerek tamamen yok olabilir.
Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (11 Mayıs 2020)