“Söylesek kendini çoğaltacak
güzel sözlerimiz”
Gülten Akın
“Adına yakışır bir gülüş arıyordum.”
Böyle deyip sustun. Bakışların gözlerindeydi. Rengine ad veremiyordun. Çünkü her bakışta değişiyor, alaşımlanıyordu adeta.
Sesindeki yalnızlık, içteki burukluğunu yansıtıyordu az çok. O her ne kadar ses tellerini üşütmeye verse de bunu…
“Bugün siz konuşacaksınız, ben susacağım ne yazık ki,” demişti demesine ama, sözü alıp kıyıdan kıyıya birlikte gezindirmiştiniz gün boyu.
Gülümsemiştin. Onunsa gözlerinin içi gülüyordu hep.
Şair’in “Bir bakışsız kara” şiiri gelmişti aklına:
“Gelir dalgın bir cambaz
Geç saatlerin denizinden
Üfler lambayı
Uzanır ağladığım yanıma
Danyal yalvaç için
Aşağıda bir kör kadın
Hısım
Sayıklar bir dilde bilmediğim.”
Okudun şiiri içinden. Daha bitirmeden gözleri gelip değdi gözlerine. Yaban değildi bakışları. Naftalin kokmuyordu giysileri. Kibirden kısılmamıştı gözleri. Elleri sımsıcaktı, parmak uçları alev…
Kırgın ve solgundu sesi gene de. Belki de kırılgan! Anlıyordun yaralı yanını, bir de göstermediklerini.
“Hadi, avut beni şair,” demek geldiyse de içinden; ondaki cesareti bir kavrayış bilmiştin artık. Avuntuya da gerek yoktu. Öyle saflaştırarak anlatıyordu ki her şeyi; gözlerini gözlerine kaçamak yapmadan bakıyordun içine. Ta derinliklere.
Dönüp okuduğunda “Marguerite” öyküsünü Wolfgang Borchert’in, bir ânda onun yerine koymuştun.
“Bize bakıyorlar,” demesi gelmişti aklına, tutup onu yanağından öperken.
Şunu ona yazacağın bir mektuba aktarmak için çıkarıp defterine yazdın:
“Seni seviyorum. Saçlarını seviyorum ve bana mon petit chou diyen sesini seviyor, dilini seviyorum, sende bana yabancı ne varsa seviyorum hepsini. Ve ellerini seviyorum, Marguerite, ellerini!”
Gece ayrıldıktan sonra ev gidip film izlediğinden söz etmişti sabah ki konuşmanızda. “Kamera arkasını izlemeyi seviyorum, çünkü çekeceğim bir film için bana çok şey taşıyor bunlar.”
Onu filmini çekerken düşlemiştin.
Sense, yol boyunca, Chopin’in noktürnlerini neden dinlediğini anlatmamıştın ona.
Adeta bir nehrin iki kıyısında gibiydiniz. Elinizi uzatsanız suya değecekti. Değecekti orada parmak uçlarınız birbirine. Yanacaktınız belki de, sudan iki alev çıkacaktı nar gibi! Bunu yapmadınız.
“Ben kalacağım biraz daha,” demişti.
Geceyi bölüp kalkmıştın. Bakışlarda solanın ne olduğunu düşünmek de istememiştin. Biliyordun ki o bir göktaşı gibi gelip düşmüştü hayatının şafağına.
Şimdi onunla rüzgârda bakışlarınız.
Söze taşınan bakış
“Beni arıyorsanız eğer,
yavaş ve yumuşak gelin ki,
yalnızlığımın ince çinisi
çatlamasın.”
Sohrab Sepehri
Alain Badio’nun Başka Bir Estetik’ini okumaya yönelince karşılaştığım düşüncelerin benzerlerini zaman zaman yaratma/yazma eylemi üzerine yazımını sürdürdüğüm kitap için açtığım defterlere not düştüğümü hatırladım.
Birçok konuda yazdım, yazıyorum da. En son isteğim oyun yazmaktı. Bunu da yazmaya başladım geçen yılın sonunda. Bunun öyküsünü ayrıca anlatmalı.
Arya yazamam belki, ama şarkı/türkü söyler, klarnet çalarım. Çocukken, iki yıllık konservatuvar eğitimimin bir işe yaradığını söyleyemem; gene de müziğe ilgim beni oraya yöneltmişti, ama oranın kapanması bu ilgimi de yok etmedi.
Merak her şeyin başı. Meraklıysanız bir şeyi yaratır keşfedersiniz. Zenginleşmedir, tıpkı gitmek gibi. Dahası asıl gitmek meraktır. Giderek keşfedersiniz. Bir insanı keşif de meraktan doğmaz mı?
Gene de doğduğunuz iklim/coğrafya/ortam önemlidir her şeyden önce.
Bazıları bu “merak” duygusunu “hastalıklı” bulsa da; kendi meraksızlıklarının bir bakışı olarak yorumlarım bunu. Yani “yavan”lıklarının. Oysa, merak ne büyük bir zenginlik.
Dün üst üste iki film izlemem çok iyi gelmişti. Buñuel’in filmini (“Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği”) ise bu kadar geç izlememe hayıflandım doğrusu. İzlediğim filmlerinin içinde en iyisi diyebilirim.
Zweig’ın sürgündeki son günlerini anlatan film, sinemasal olarak değil de iletisi açısından dikkate değerdi: sanatçı ve çağı. Hele hele savaş çağında ne yapmalı sorusunu gündeme taşıması önemliydi. Ki, onu intihara sürükleyen de sanırım bu çevresinde dönenip duranlardı. Yani içindeki intihar eğiliminden bu yolu seçtiğini sanmıyorum. Bu denli aydınlık bir kafa, artık baş edemiyordu çevresindeki ot kafalarla.
“Canı Sıkılan Karga” diye bir anlatı yazmaya başlamıştım, hızla da yazıyordum. Sonra durdum. Bir karganın Gülhane Parkı’ndaki sıkıntısını gözlemlemiştim bir gün. Çıkış noktam buydu. Gidip daha daha gözlem yapmam gerekirdi. Onun üzerinden kentin karmaşasını, insanların yozluğunu, sokağı, insancıllığı, dayanışmayı, emeği anlatmayı istiyordum… yitirdiklerimizi, merak ettiklerimizi…
Evet, anlatmak için bir ivme, küçük bir kıvılcım yeterdi.
“Bunları kimin için anlatmalıyım” diye de düşünmedim. Durduğum yere baktım, düşünmeye başladığım yerdi aslında.
Sahi, Italo Svevo da yazarken öyle bakmamış mıydı?
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (16 Haziran 2020)