11./ Hangi söz yazmalı sizi
Hangi söz yazmalı, taşımalı hangi göz sizi…
Adımladığınız Viyana sokaklarından geçerken size bakan gözleri kıskandım bir an!
Uzaktasınız. Ve ben kışa alışmaya çalışan son güz güneşinin parıldattığı bir havada gözlerinizdeyim…
Geldiğim mekân sizi hissettirecek kadar sıcak, dingin.
Tarçınlı bir kek söyledim, bir de aroması bol bir kahve; şekersiz, kremasız.
Tatları karıştırmayı hiç sevmem, nedense! Oysa denemeli insan.
Siz köpeğim var derken, duralamıştım. Dokunamadığım, sevemediğimdi kediler ve köpekler. Çocukken, oyun oynarken, ayı oynatıcısı Çingene’nin ayısının kucağına itmişti beni oyun arkadaşlarım. İki kollarının arasına düşmüştüm, o koku halen burnumdadır. Ben şaşkın, ayı şaşkın…Bir ânda çekip almışlardı beni oradan. O tüyler ve koku, at dışında bütün hayvanlardan uzak tutmuştu beni. Bir gün size atı da yazarım.
Bir sevgilim vardı, kısa süren bir yaz/gönül ilişkisiydi. Onu kedilerinden dolayı terk etmiştim. O, bunu bilmezdi, incinsin istememiş; “ya kediler, ya ben” demeyi çok “saçma” bulmuştum.
Sonra, bir dostumda,-ki tanırsınız siz de- kedilerin dünyasını tanımaya başlamıştım, sonra başka arkadaşlarımın yakınlıklarını gözlemeye çalışmıştım kedi ve köpeklerle.
Düşündüm ki; siz ve köpeğiniz.
Ona bağlılığınızı, onu düşünmenizi anlıyordum artık.
Sevmek, birinin yerine bir diğerini koymak değildir. Her birinin sevgisi/ilgisi/düzeyi/yeri farklı farklıdır insanda. Bu denge işidir sanırım!
Katlanmak kötü bir kavram. Her ne alanda olursa olsun. Anlamak/paylaşmak daha güzel geliyor bana.
Sizi Viyana sokaklarında yalnız gezer düşünürken köpeğiniz geldi aklıma. (Çehov’un Küçük Köpekli Kadın’ını mutlaka okumalısınız) . Onu sevebilir, dokunabilir miyim bilmem! Ama onun da hayatınızdaki yerini/gerçeğini yadsıyamam.
Sizi sevmenin, size bağlanmanın dilini öğrenmek daha önemli benim için. Sizin gerçeğinizi tanımak! Tanımadan sevebilir miyiz hem!? Hatta bir alfabe bile tasarlayabilir seven insan sevdiğine dair. Onu anlatan sözcükler/kavramlar…
Sözünü ettiğim Tehlikeli İlişki’ye yarın gideceğim. Bu akşam biraz Freud ve Jung’un hayatına dair bir şeyler okumak istiyorum.
Jung’un Anılar, Düşler Düşünceler’ini okumanın da tam zamanı. Freud’dan daha çok önemsediğim biridir Jung. Onun analitik düşünceye getirdiği derinlik hep ilgimi çekmiştir.
Bir edebiyatçı için, bence, Jung daha önceliklidir/önemlidir Freud’dan. Filmi bu açıdan da merak ediyorum.
Tarçınlı kek ve kahve kokuları arasında sizi düşünerek yazmak ne güzel. (Üzümlü keki severim, ama tarçının kokusu/tadı da bambaşkadır). Sahi, Kafka da Felice’ye öyle mi demişti? Sizi uzaktan sevmek güzel!
12./ Bir dilin gezgini olmak
Diller arası gezinmenizi seviyorum. Ama asıl o tınıları çıkardığınız anı gözlemek, dinlemek istiyorum. Almanca, İspanyolca, İngilizce, Fransızca farklı sözcükler dilinizde nasıl bükümleniyor o sesinizi duymayı çok istiyorum. Bir dilin gezgini, ruhunda gezginidir. Bu anlamda da büyülüsünüz benim için. Yüzünüze bakıp, varlığınızı derinden hissedip hep o büyüyü yazmak/anlatmak isterim.
Ben daha çok Türkçe’de gezinmeyi severim. Anadilde düşünmeye/yaratmaya önem veririm. Başka dillerin sesi/birikimi elbette ki kapımı çalar her zaman. O yazarların yapıtlarını kendi dilimde okumak gene de çeviri seçiciliğini getirir her zaman.
Thomas Bernhard’ı sizin için de okuyorum demiştim. Yanıma da almıştım iki kitabını. Bir de, buna, MaxFrisch’ı katmıştım. Bachmann’la olan aşkı edebiyat tarihine geçmiştir.
Günlükler (1946-1949)’inin ilk cildini okuyordum ara ara. Şimdi bunu yanıma aldım, bir de Locarno’lu Eczacının Düşü’nü. Kısa bir aşk anlatısı.
Almanca yazan yazarlar düşünce boyutlarıyla ilgimi çeker. Sanki eksik olan “tutkunun dili”dir! Siz Almanca bildiğiniz için söylüyorum; gerçekten öyle midir, Almanca salt düşünce dili midir?
Almanca bilmiyorum, ama Türkçe’den okuduklarım da çok analitik gelir bana. Kurudur. Örneğin; Thomas Mann’ı okursunuz, bir düşünce yapıtı gibidir romanları.
Tutkunun/estetiğin romanı Venedik’te Ölüm’de tutkunun dilini bulmanız mümkün değildir. Hep düşünce kıvrımlarında gezinirsiniz. Büyülü Dağ’ını alın öyle. Hans Castorp’un öyküsünün anlatıldığı roman çok yalınkat ilerler, ama okutur kendisini Mann. Çünkü sağlam bir bakışı/anlatı mimarisi kurmuştur.
Kitaplardan kopunca, bir ân o gülümseyişinizin, artık akkorlaşıp ruhuma sinen bakışınızın fotoğrafına bakınca; sanki sizden önce bir hayatım olmamış gibi bir hâle büründüm.
13./ Size gözlerimi versem!
Değişsek, size gözlerimi versem; siz de sizinkileri bana! Acaba nasıl bakardık birbirimize, nasıl algılardık birbirimizi?
Söylemiştiniz dün yazdığınızda: “acaba ben sizin bana yazdıklarınızı nasıl algılıyorum?”
Benim açımdan aslolan da bu.
Evet, nasıl algıladığınız; ne düşündüğünüz…
Umarım tüm bunları “edebiyat parçalıyor”, “tek kişilik oyun/text, tek kişilik sahne/izleyici” gibi algılamıyorsunuzdur!
Üzülürüm buna!
Hiç de öyle bir niyetle yazmadığımı bilmenizi isterim.
Max Frisch’in sayfalarında gezinirken şimdi duralıyorum. Hadi gelin birlikte okuyalım güncesindeki şu notu:
KISKANÇLIK
Dün ziyaretime gelen mutsuz adam, şu sevgilisinin başkasıyla işi pişirdiği, bu adam başka bir adamın konuşmaları, başka birinin öpücükleri, başka birinin şefkatli sözleri ve başka birinin kucaklaşmaları sevgilisine yaklaşmasa, daha sakin ve rahat olmaz mıydı?
Kıskançlık: başkasıyla kıyaslanmaktan korku.
Ne söyleyebilirdim ki? Bir matemi paylaşabilir insan, ama kıskançlığı paylaşamaz. Kulak veriyor ve düşünüyorum: nedir istediğin? Mücadele etmeden zafer kazanmak iddiasındasın, bir mücadele olacak mı ondan da emin değilsin. Sadakatten söz ediyorsun, ama sadakat değil, sevgi istediğin biliyorsun. Aldatma diyorsun, oysa sana onunla gittiğini yazmış açıkça ve dürüstçe-nedir dostum asıl istediğin?
İnsan sevilmek istiyor.
Sadece kıskanırken zaman zaman zorla aşk olmayacağını unutuyoruz ve bizim aşkımız da – ya da aşk diye adlandırdığımız o şey de- kendisinde bazı şeylere hakkımız olduğu çıkarsaması yaptığımızda ciddiyetini kaybetmeye başlıyor…”
Bir sonraki günce notunda da şöyle yazıyor:
“Bir kez kıskançlığı sonuna kadar yaşadım, korkunç bir şey bu, silah aldım ve ormanda on saat yürüdükten sonra, deneme atışları yaptım.”
Bir dostum da, aldatıldığını anladığında, bir ormana gidip saatlerce odun kestiğini anlatmıştı bana.
Aslında, bence, böyle bir deneyimi yaşamak önemli. İnsan kendisini de tanıyor. Biz yazarlar, çoğu kez, yazarak aşıyoruz bunları.
Yoksa Aşk, Ölür öykü kitabım, şimdi hatırladığım kadarıyla, bu deneyimler ve gözlemlerin ürünüdür.
Sizi sevebilirim, âşık olabilirim size. Tutkum beni size sadık, bağlı kılar. Bu da kıskançlık duygusunu ortadan kaldırır.
Kendinden, karşıkinin duygularından emin değilse, bu söylediklerimle de ilgili değilse; bir hastalık gibi kıskançlığa bulanır. Çok önceleri böyle düşünemiyordum! Ama insan iradesi her şeyi yenebiliyor; tabii ki öğrenerek, mücadele ederek.
İnsan kendini onararak yaratır.
Sevgi de, aşk da böyle bir şeydir.
“Sevdim, tutuldum,” nidası çok kolayca edilecek bir şey değildir. Çünkü göze alıyorsun bir şeyi; duygularından emin oluyorsun, anlam yüklüyorsun, emek vermeyi önceliyorsun… Var olan benliğinde yer açıp onunla daha da zenginleşmeyi var kılıyorsun…
Kahvem soğudu. Kek kesmedi. Belki de yemek zamanı geldi.
14./ Dönüp geldim size!
Bir yol ötesini adımlarsam Dr. Faruk Ayanoğlu Caddesi’ne çıkabilirim! Adımladığınız kaldırımlardan geçip bakabilirim sokağınıza… Madem ki gözlerinizi aldım sizden, aşina olmalı buradaki her şey bana! Karşıma kardeşiniz çıksa tanırım elbet, yaklaşırım da! “Ablamın gözleri siz de ne arıyor,” derse; bir yanıtım olur elbette!
“Ondaki ben’i tanımanız için getirdim bu sokağa,” diyebilirim örneğin!
Veya, “göz gezdirenim” diyebilirim de!
Hadi, bir şık da siz söyleyin. Eğer böyle olsaydı, telâşla kardeşiniz sizi arayıp da;
“Abla gözlerin tanımadığım/ız bir adamda,” deseydi, ne derdiniz?
İşte böyle bir rastlaşmaya meydan vermemek, sizi üzememek, kardeşinizi şaşırtmamak için o sokağa girmiyorum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (21 Temmuz 2020)