Raymond Carver hayata dair bir şeyden söz eder, siz orada her şeyi anlarsanız.
Sıklıkla ona dönmem, Çehov’un anlatı yurdunda gezinmek gibidir bana; onun daha haşarısını düşünün!
İkisi de aşkperverdir, gitmeyi bağlanmayı severler; bir yere, bir insana, bir şeye…Ama daha çok da yazıya.
Carver zamanı, Çehov zaman içindeki insanı bize yaklaştırır. Carver zamane yazarıdır, Çehov ise düşkünlüklerin divanesi…Topluma deva aramaya çalışır, bunun boşunalığına kapılmaz gene de. Ta kalkıp Sahalin gerçeğini görüp yaşamaya/yazmaya gitmesi, tutup Altı No’lu Koğuş’u yazması nasıl boşuna olabilir ki!
Carver ise; divane hallerine bakar insanın bakmasına da; zamanı orada dondurur. Her şeyi kendi zamanının içinden geçirir. Orada sızı vardır elbette; kopuşlar, ayrılıklar, dile getirilemeyen kederler, insanın içindeki taşrası…Ve daha çok şey.
Bazen, insan neden şu kadar “kötü”dür diye sordurur da her ikisi…Aşkta, sevgide, işte uğraşta, zamane divaneliklerinde…
Sıklıkla yinelediğim şudur; öykü hissettirir, roman gösterir.
Sizi öykü gibi; Carver’a, Çehov’a yolculuklara çıkar gibi derinden hissediyorum.
Ve bu sabah aklımdan, duygularımdan geçiyordunuz gene.
Benjamin’in şu tümcesini defterimin bir köşesine yazarken hem sizi, hem de yazacağım yeni bir yazıyı düşünüyordum:
“Edebiyat derinlikte yitirdiğini genişlikte kazandığından burjuva basınının okuyucuyla yazar arasında koyduğu uzaklık…”
Uzaklıklarımız, uzakta olmak, uzağına düşmek fikri…Her yerde, her şeyde yaşananın insanı sarmalaması…
Aslında Çehov’da da Carver’da da olan bu değil mi? Ya içimizdeki uzaklıklar!?
Ölünce, Geçer…
Tutulu dilin uğrağındayım.
James Joyce’un Finnegan Uyanması önüme gelince duraladım. Hemen okuyacağımdan değil; sayfaları arasında gezinirken, Joyce’un romanını kurmadaki biçimini, zihinsel yapısını düşündüm. Cümle yapılarına bakarak onun Trieste’de Italo Svevo ile karşılaşmasını, bu romanını yazma fikrini onunla konuşmasını hatırladım bir ânda.
Böylesi bir yazara tek başına nasıl gidebilirsiniz?
Bu anlamda Svevo daha oda müziği gibi gelir bana. Joyce, tam bir konçerto! İniş çıkışları yüksek… Çoksesli…
Gene de yazarların yazarı olarak görürüm onu. Ara ara dönülüp okunmalı. Ben de öyle yapıyorum.
Her Joyce okuru olmak isteyene önce bir biyografi(sini), sonra Dublinliler öykü kitabını, ardından da Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ni öneririm.
Geçmişte bir Joyce seminerim olmuştu. Ders çalışır gibi çalışmıştım onu.
Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk’u masamda. Elbette onu okumaya başlayacağım. Her gün elli sayfa… Demek ki on günde bitirebileceğim. Buna değer. Bir yazarı sizin kılmanız böyle bir şey sanki! Yani zamanınızı ona vermek… Onunla bir yolculuğa çıkmak…
Yazarın kendinde olan sözünü seviyorum.
İzlenim/gözlemlerinden yola çıkarak kurduğunu. Oradan size taşıdıklarını.
Daha ilk satırlarında benim için dikkate değer tümceleri şunlardı:
“Yazının kararttığı sayfalara veda etmek üzere uzun uzun baktım. Sonra kâğıtları iterek, iskemlemi masadan çekerek ayağa kalktım. Ellerim ceplerimde, boynum omuzlarıma gömülmüş, ayağımda ayakkabılar, yüreğimde hüzün, odada bir aşağı yukarı yürüdüm. Bu iş bitmişti. Kolejden mezun olmuştum. Ne yapacaktım? Çok planım, projem, yüzlerce umudum, şimdiden tiksindiğim binlerce şey vardı. Yunanca öğrenmek istiyordum. Korsan olmadığıma hayıflanıyordum. Din değiştirmiş biri, katırcı, kamaldül olmak gibi şeytanca duygulara kapılıyordum. Evimden, benliğimden çıkmak, nereye olursa olsun gitmek, ama her gittiğim yere de şöminemin dumanıyla akasyamın yapraklarını götürmek istiyordum.”
İşte Flaubert’i bunun için seviyordum.
“Ölünce, geçer,” denmeyecek kadar sahici, sızı verici, bir o kadar da kendi olabilen anlatıcı.
Okurken başucumda hep sizin olacağınızı da söylemek isterim.
Dilerim Doğu’ya Yolculuk’u siz de başucu kitabınız kılarsınız.
Zaman, Zaman İçindeydi Burada
Dağı hatırlarım hep, her sabah uyandığımda.
Evimizin dağa dönük penceresinden görülen zirvenin adı “Ejder Tepesi”ydi.
Önceden çocukluk korkularına sinmeyen bir addı. Ne zaman ki okumalar, sinema düş dünyamın bir parçası oldu; başladım “ejder”le cebelleşmeye.
Ejderha imgesi neydi sahi!?
Neden bu adı vermişlerdi oraya…
Erişilememe durumu bir korku imgesi mi yaratıyordu insanlarda… Ya da orada yaşadığına inanılan bir ejderha mı vardı?!
Bazen korkularımızın içinden çıkamayız. Kendimizi başka şeylere veririz. Sığınaklar yarattığımız da söylenebilir.
O yıllarda Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’i, ardından Yeraltından Notları’yla karşılaşmam bir sığınak gibiydi. Onunla içte süren yolculuklara çıkmıştım. Ama Steinbeck ve Hemingway, hatta Jack London bambaşka dünyalara taşıyorlardı insanı. İçte olduğu kadar dış dünyayı görme bilgisini bize taşıyanlardı her biri.
Şimdi bakıyorum da, insan bütün zamanları taşıyor içinde. Geçen, yaşanan/yaşayan ve geleceğe dönük zamanlar… Kopamadıklarımız, bağlandıklarımız, ayrı düşmek istediklerimiz…
Gene de, ben, sizin zamanınızı seçiyorum okurken, yazarken, düşünürken. Belki de bir dostluk bağı böyle oluşup gelişir.
Şimdi, burada, bu saatte şimşekler çakıyor. Orman hışırdayıp duruyor adeta. Alemdağ’a taşınalı bir yıl oldu. Canım Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabının çağrısına uydum sanki! Gelip bu ormanlık yerde kentin karmaşası ve uğultusundan uzakta dünyanın sesini dinlemek istedim!
Az ötemiz Ömerli. Daha çok bahar aylarında gittiğim Paşamandıra Köyü, kuş göçlerini izlediğim Riva Deresi’nin kıyıları burada bambaşka bir dünya yaşatır insanı. Bir anda İstanbul’dan ayrı düştüğünüzü hissedersiniz.
Kente hem uzak hem yakın olmak iyidir gene de. O hengâmeden kopamam, uzaklıklar/yakınlıklar hayatın dengesi değil midir? Keşke sizinle konuşabilseydik, ya da karşılıkla yazıp anlatabilseydik…
Sahi siz neredesiniz, nerelerde yaşar edersiniz?
Şu an, benim için, Kafdağı’nın ardındaki peri kızı gibisiniz!
Marcus Aurelius Antoninus’un Kendime Düşünceler’ini rasgele açıyorum, sizin “kısmet”inize çıkan yeri okuyorum:
“LII.- Dünyanın ne olduğunu bilmeyen kişi, nerede olduğunu bilmez. Niçin doğmuş bulunduğunu bilmeyen kişi, ne kendisinin ne de dünyanın ne olduğunu bilmez. Bu sorulardan yalnız birini bir yana bırakmış olan kişi, niçin doğmuş olduğunu açıklayabilecek durumda değildir. Nerede ve ne olduklarını bilmeyen bu yaygaracılar tarafından kınanmaktan kaçınan ya da övülmeye değer veren kişi hakkında ne düşünürsün?” (Çev.: Ceyda Keskin, 1974)
Sizi görebilecek miyim, bilemiyorum! Ama size yazmayı sürdüreceğim kesin.
Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okumuş muydunuz? Ne benzersiz anlatıdır. Her dönem insanı sarmalar. Edebiyatımızda birkaç kuşağı etkileyen bir kitaptır, tıpkı bir akkor gibi.
Bunun satır aralarında gezinirken sizi düşünmek… Bazen, bu tür metinleri insan birine sesli okumak ister. Dura düşüne, konuşa ede… Araya çay fasılları, müzikler yerleştirerek. Yeniden okunanın anlamına dönerek hayattan ve yazıdan konuşmak…
Dilerim bir gün bunu yapabiliriz.
“Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer desem daha doğru. Sokağa çıkmıştım. Gördüğüm şey: hastaneler. Bir adam gördüm sallandı ve yıkıldı. Halk çevresini sardı; bu da beni, sonrasını görmekten kurtardı…” (Çev.: Behçet Necatigil)
Hadi, dönün siz de okuyun Rilke’yi yeniden yeniden…
Bakın nasıl iyi gelecek ruhunuza.
edebiyathaber.net (25 Ağustos 2020)