Bir bakışı solduran zaman (23): Keder ve saldırganlık | Feridun Andaç

Eylül 29, 2020

Bir bakışı solduran zaman (23): Keder ve saldırganlık | Feridun Andaç

“Lear gözleri oyulana kadar kör yaşamıştır,

ancak gözleri oyulunca görmeye başlar,

anlamaya başlar.”

Edward Bond/Çev.: Ayberk Erkay

Edward Bond’un Lear oyunu için yazdığı önsüzü okuyunca ister istemez gene oyununuza döndüm.

Bond, “teknolojik bir kültürde saldırganlığın yol açacağı” kederden söz ediyordu.

Galiba oyununuz bu açıdan da irdelenmeye değer. Sonuçtaki cinnet haline sürükleniş.

Bond, doğru yerden bakıyor. Saldırganlığımız doğuştan gelmediğine göre,  bunu oluşturan etmenleri görmek/göstermek önemli elbette.

Oyunda çizilen karakterlerin gerçeğinde ortaya çıkarılmak istenen de biraz bu. Ama ahlak sorgusu vb. şeylere yönelince; üstelik her şeyi söylemek derdi oyunun gücünü azaltıyor, bence!

Kuşkusuz bir metin eleştirisi yapmıyorum. Oyunu anlamaya/yorumlamaya çalışıyorum. 

Evet, tiyatroda sorular sormak önemli. Hatta seyirciye de sordurmalı bunu. Kırılgan olan da bu ya, bazen yanlış metin doğru sorular sordurur da!

Hayatta kalma oyununu nasıl oynadığımızı hatırlatmasını da dikkate değer bulduğumu söylemeliyim.

“Kabiliyet”, “zihinsel sığlık”, “duygusal yüzeysellik”ten söz eder, Bond.

“Onların ‘gerçekliği’ uyuşuk insanların faşizmidir aslında,” sözleri de gene oyununuzun kişilerini çağrıştırdı bana.

Ve asal soruyu da sorar işte:

“Peki neden birbirimize, öteki hayvanların birbirine davrandıklarından çok daha kötü şekilde davranıyoruz?”

Bunu da şöyle açımlıyor:

“Çünkü tasarlanışımıza uygun olmayan koşullarda yaşıyoruz ve dolayısıyla her gün var oluşumuz doğal işleyişimizle çakışıyor ve nihayetinde bu tehdide karşı doğal bir yanıt veriyoruz: saldırganlık. Nasıl bu hale geldik!”

Sanırım oyunun odaklanması gereken de asıl buydu.

Sanal dünyanın eleştirisi “doğru” gibi dursa da; insanın dramına yönelince, çok eklektik kaldığı ortaya çıkıyordu.

Galiba, geçenlerde bir dostumun söylediğine geliyoruz; oyun iyi bir dramaturgi istiyordu.

Sizinkini kim yaptı bilemiyorum!

Bilmem okudunuz mu, Edward Bond’un bu “önsöz”ünü çok önemli buluyorum.

Kederin ve saldırganlığın anlatımı, yaşadığımız sığlıkların ortaya dökülmesini bir tiyatro oyununa taşımayı  önemsiyorum.

Çehov’u, Shakespeare’i günümüze taşıyan da bu öz sanki!

Kaygılıyım

“Doğruluk ve dürüstlük yalın ve soyludur;

şaka ve sevimlice gönül okşama zarif ve 

güzeldir. Lütufkârlık erdemin güzelliğidir.”

Kant/Çev.: Ahmet Fethi

İnsanlar yaşananları görmemeye/anlamamaya çalışıyor.

Bir sürükleniş içindeyiz.

Halep’ten gelen görüntüler kanımı donduruyor. Daha dün Güneydoğu’da olup da süregelenler…

Bunca şiddet, terör içinde nasıl nefes alabildiğimize şaşıyorum!

İşte bu da beni öfkelendiriyor. Yazma derdim de biraz bundan.

“Çağanozlar”a odaklanınca bütün bunlardan ağıp gelenleri  oraya nasıl yansıtacağımı düşünür oldum.

“Kaplıcada Son Yaz”ı yazarken, olabildiğince  bunların uzağında durmaya çalıştım. Orada bir ressamın/öğrencisinin öyküsü vardı. Başka bir zamanın ağrısı anlatılıyordu.

Size yüzümü döndüğümde bambaşka bir şey gördüm. “Ayma ânı” dedikleri de biraz bu.

Geceni unut

“Ses, ses, sadece ses kalıcıdır.”                                                                                             

Furuğ       

Ignacio, bırak şarkını, söyleme artık şunu:

“Yeşil sana vurgunum yeşil.

Yeşil esinti. Yeşil dallar.

Bir teknedir gider denizde.

Bir atlıdır yol alır dağda.”

Çağrısız bir zamandayız. Hatırlamak öldürücü. Uzaktan geliyor şairin sesi:

“Bakmak istemem ben kana!

Gelsin, söyle gelsin aya,

Kanını görmek istemem

Ignacio’nun kumlarda.”

Unutulmuş bütün sözleri bir kenara topluyorsun bilincinde. Ötede bir ezgi yalnızca…

Almadovar, Konuş Onunla’da anlatıyordu derin acıyı, yaşamdan kopuşu bağlanışı ve tutkuyu. Derinliği olan her şey etkiler. Yılanın deri değiştirmesini andırır. Sızılı, ama bir o kadar da kendi olmak şavkını verir insana…

Şiddetin ve saldırganlığın dilini şimdi konuşunca, bütün kapıları kapanıyordu sanki hayatın. Oysa, Lorca’nın sesindeki acı bir çağrı gibi geliyor, yaşama umudunuzu soluklandırıyordu her şeye rağmen.

Evet, geçitsiz bir zamandayız.

Dönüyorum yüzümü gene şairin sesine çaresiz:

“Yok tanıyan seni. Yok. Seni söylüyorum bense.

Yüzünü, inceliğini söylüyorum sonraya.

Anlayışının o yüce, yetkin üstünlüğünü.

İştahını ölüme, ağzındaki tada onun.

Senin o yiğitçe sevincini saran kederi.

Doğmasına çok zaman ister, gün olur doğarsa,

Öyle zengin serüvenli, parlak Endülüslü’nün.

İnleyen sözlerle söylüyorum inceliğini

Anarak acı bir yeli zeytin ağaçlarında.” (Giden Can, Lorca; Çev.. Sait Maden)

Dilsizleştiğimiz, sustuğumuz bir zamandayız. Faydasız sözcüklere dönmek, orada sağaltmak gerek bu öfkeyi…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (29 Eylül 2020)

Yorum yapın